31 Aralık 2008 Çarşamba

2009..

27 Aralık 2008 Cumartesi

Anı 5: Sprachdiplom..


Efendim bilenler bilir, bendeniz lise eğitimimi güzide bir lisenin Almanca bölümünde tamamladım. Dost meclislerinde "Ehm abi ikinci yabancı dil istedim, ondan Almanca. İngilizce zaten olur." diye atıp tutsam da, bu eğitimi almamda aynı lisenin İngilizce bölümüne puanımın yetmemesi de önemli bir etken oldu. Neyse.

Ayıptır söylemesi dil konusunda başarılı bir öğrenciydim. Ya da ben öyle sanıyordum. Hazırlık sınıfında biri Alman olmak üzere üç hocamız vardı. Sınıf olarak çoğumuz Almanca'ya "Wie heißt du?" seviyesinden giriş yaptık. "What is your name?" yani. Ehm. Hazırlık sınıfını bol bol yatarak geçirmenin ardından az çok bir şeyler öğrenmiş olarak birinci sınıfa adım attık. Öğrendik ki bu senenin sonunda Almanca yıl sonu notumuz "5" olur ise; ikinci ve üçüncü sınıfta "Sprachdiplom" adlı sertifikayı almak için sınava hazırlanacak, normal sınıftan farklı bir biçimde pratiğe yönelik çalışmalar yapacaktık. İyi kötü bu seneyi de bitirdik, sınıftan 8-9 kişi Almanca'dan "5" aldık, bu sınıfa girmeye hak kazandık.

İki sene boyunca Detlef Bohn adlı Almanca hocamızın önderliğinde yeri geldi sunumlar yaptık, yeri geldi makaleler yazdık, yeri geldi kitaplar okuduk. İki senenin sonunda hemen hepimiz Almanca bilen insanlar gibiydik. Ancak maalesef benim ufak bir sorunum vardı. Evet evet tahmin ettiğiniz gibi, "Anlıyordum ama konuşamıyordum"!

Yazılı sınavlar yapıldı, iyi kötü atlattık. Evet artık sıkıntılı döneme girmiştik. Sözlü sınavlara hazırlanmaya başladık. Şöyle ki; sözlü sınavda, bir adet önceden belirlediğimiz konuyu, bir adet de orada bize söylenecek ve yirmi dakika içerisinde hazırlanacağımız konuyu değerli Alman jürinin karşısında sunacaktık. Kısaca, benim yapamayacağım bir şeydi. Yakın tarihe olan az çok ilgimden ötürü "Berlin Duvarı" konusunu seçtim. Bu aşama takdir edersiniz ki daha kolaydı, metni yazmıştım ve papağan gibi ezberliyordum.

Sınav günü geldi çattı. Çıktım. Hâlen beynime kazılı olan "Berliner Mauer wurde am 13ten August 1961 gebaut.." cümlesiyle başlayan muhteşem şovuma başladım. Anlattım. Sorular sordular, az çok cevapladım. Her ne kadar en son sorulan soruya içimden "Eaah.", dışımdan "Bilmiyorum." diye cevap vermiş olsam da; fena değildi.

Efendim sonra beni arka odaya aldılar. Söylediğim gibi; orada bir konu alacak, bunla ilgili yirmi dakikalık bir hazırlık yapıp yeniden sahne alacaktım. Konum "Vorbilder" idi. İdoller, örnek aldığımız insanlar gibi bir şey. Büyük bir kağıda tablo gibi bir şeyler yapmam gerekiyordu, oklar çıkaracaktım falan. Almanca namına pek bir şey sergileyemeyeceğimi bildiğimden olsa gerek, renkli renkli cıvıl cıvıl bir kağıt hazırladım. Sanırsın yetenek sınavına gireceğim. 6-7 dakika bununla geçti, geri kalan dakikalarda da saçma sapan notlar alıp güya hazırlık yaptım. 

Çıktım.

Elim ayağım titriyor efendim. Almanlar bana bakıyor, ben onlara bakıyorum. "Ehm.. Vorbilder sind.. Gut.. Wir haben.. Vorbilder.. Eöö.." diye saçmalıyorum. Sağ tarafımda bir adam elinde Laptop ile bir şeyler yapıyor, sabaha kadar sunsam dönüp bakmayacak. Diğerleri gözümün içine bakmış beni dinliyorlar. Saçmalıyorum. Mesut Yılmaz tadı yakalıyorum. Bir andan sonra saçmalamaya bile mecalim kalmıyor, işte o anda hâlden anlamış olacaklar ki sorular sormaya başlıyorlar. "Senin de örnek aldığın insanlar var mı?" diyorlar. Çiziyorum miziyorum diyorum. Karikatüristleri örnek alıyorum diyorum. Bu iki cümleyi yirmi saniye içerisinde söylemem de en büyük sorun.

Bana ayrılmış on dakikanın sonuna geldiğimizde, bedenim jürinin karşısında olsa bile, ruhum çoktan bu diyarlardan göçüp gitmiş idi. Bir iki ay geçti. Sonuçlar geldi. Alamamışım diplomayı. Sözlü sınavdan çok düşük almışım. Falan. Evet. Ama olsun. Sonuçta ikinci bir dil öğrendik, İngilizce her yerde öğrenilir lan! Zaten olur lan! Sinirlendirmeyin beni!

s.

26 Aralık 2008 Cuma

Kar..


Kar diye bir şey varmış, evet. 

Ben ise ölmedim, yaşıyorum. 

Yakında dolacak buralar. Güzel şeyler olacak.

Valla bak.

Esen kalın.

s.

Not: O değil de, yukarıdaki çizim fazla "sevimli" olmuş lan. Çocuk kitaplarından fırlamış gibi. Neyse. Kar yağdı, mutluyuz.

9 Aralık 2008 Salı

Facebook: Part III..


6 Aralık 2008 tarihinde başlamış "Facebook" üçlemesinin son halkasına gelmiş bulunmaktayız. Bundan önceki iki yazı daha planlı programlı idi. Kullanıcılar, gruplar, yorumlar... Bugün ise; aklıma gelen, belirtmeden geçemeyeceğim iki şeyden kısa kısa bahsedip şöyle güzelce bir toparlama yazısıyla bitireyim diyorum. Şu an dedim bunu içimden hatta.

"Status Updates": Boku en fazla çıkarılmış özelliklerden biri olsa gerek. Bu özellik sayesinde değerli arkadaşlarımızın ruhsal durumları olsun, o anki faaliyetleri olsun, her şeylerini çok lazımmış gibi öğrenebiliyoruz. Kızımız Ceren çok üzgün. Bunu hemen bizimle paylaşıyor. "Ceren is very sad...", "Ceren is ...", "Ceren is karmasik", "Ceren is -birtakım ingilizce depresif şarkı sözleri-" gibi değişik yollarla bunu belirtebiliyor. Yeni eklenmiş bir özellikle, artık bu güncellemelere yorum yapabiliyoruz! Ceren üzgün mü? Artık "Kuzucmm neyn var :((", "Üzülme bebeem gçick . . ." şeklinde Ceren'in derdine derman olabiliyor, acısını paylaşabiliyoruz. 

"Relationship Status": Fantastik bir kısım daha. Kızımız Ceren kendine yeni bir sevgili buldu, çok mutlu. Durumunu "Ceren is -mutlu aşk şarkıları-" olarak güncelledikten sonra ilk yaptığı şey tabii ki ilişki durumunu "Married" olarak güncellemek. Neden? Çünkü Ceren ve yeni sevgilisinin aşkları çok büyük, çok kutsal. "Bakın." diyorlar, "Bakın bizim aşkımız o kadar yüce ki, adeta iki hayat arkadaşıyız."

Ama o da ne? İki gün sonra Ceren ve sevgilisi cep telefonlarıyla ya da messenger vasıtasıyla yaşadıkları hararetli bir tartışma sonucu ilişkilerini çıkmaza sokuyorlar. Ceren açıyor Facebook'u. İlişki durumu artık "It is Complicated". Eğer ki kavga şiddetli ve büyük harflerle yazılarak yaşandıysa "Single" bile olabilir. Buhranlı günler geçiriyor Ceren. 

İki gün sonra olan oluyor, Ceren sevgilisiyle mesajlaşıyor. "Yeniden deneyelim." diyor. "Bu kadar basit değil hiçbir şey." diyor. Genç çift, görkemli bir nikâhla yeniden dünya evine giriyorlar: "Ceren is Married". Artık yine birbirlerinin fotoğraflarının altına "Çk tatlı olmuş =)" yazabilecekler. Bir yastıkta kocayın Ceren ve sevgilisi.

Evet. Bitti. Aklıma gelmemiş, unuttuğum, bahsetmediğim bir sürü şey vardır eminim. Ama tadında bırakmak lâzım, baymamak gerek bir yerden sonra. Ben bu siteyi seviyorum arkadaş. Üç yazıdır kullanıcılarına bok ata ata bir hâl olduk ama bakmayın siz. Şimdi yazıyı bitirdim. Çizimlerini yapacağım. Sonra da bir Facebook'a girerim. Sağ altta turuncu turuncu "1 New Notification" yazısını görürüm. Hevesle basarım üstüne. "Ceren challenged you to a movie quiz" yazısını görürüm, hevesim kaçar; ne bekliyorsam onun yerine. Mal gibi yaşıyoruz efendim. Görüşmek üzere. Esen kalın.

s.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Facebook: Part II..


İlk yazıda kullanıcı kitlesinden, fotoğraf altı yorumlardan bahsetmişiz. Şimdi ne yapsak. Gruplara, "Application" olarak benimsediğimiz uygulamalara falan değinelim bakalım.

Öncelikle gruplar. Bu grup furyası birtakım kutsal gayeler uğruna "bir milyon adam bulma" sevdasıyla başladı sanıyorum. Herkes grubuna bir milyon üyenin katılması için mânâsız bir savaş vermekteydi. "İdDiA eDiYoRuM 64l4t4s4r4y'dAn NeFReT EdEn Bir MiLyOn kİşi BuluRuM..", "PKK TERORUNE SON!! GELİN CANLAR BİR MİLYON OLALİM ARKADASİNİ DAVET ETMEYEN GELMESİN!!!", "HEpİMiz ATATürK REsMi KOYUyoruZ HAdi!!!" gibi binlerce türevini bulabileceğimiz korkunç gruplar açıldı. Bu arkadaşların hemen hiçbiri bir milyon olmadı, olamadı. Hâlâ çabalayanlar var. 

Bir de grup açma işi herkesin yapabileceği özgür bir olay olduğundan dolayı, fazla "yerel" gruplar da açıldı haliyle. Son zamanlarda çok fazla türedi böyleleri. Nedir bunlar. Misal "Arda yarn snıfa gözLüksüz geLsn diyenLer :)))))", "MuRat HoCA ödev vrmsin DiynLer ;:):):9:)9" gibisinden birtakım "diyenler" çıktı ortaya. Burada kendimi de taşlayabilirim. Ben de "Sinvegur.." diye bir grup açmış bulundum evet. Şu anda bu grubun 94 üyesi var. Sanırım 90 tanesi benim arkadaşım. Kısacası amaçsız bir oluşum. Ama olsun. Arada üyelere toplu mesaj atıp eğleniyorum falan. Kötü bir niyetim yok benim. Ehm neyse.

Grup işi böyle. Bir şeyler "isteyenler", bir şeyler "diyenler", bir şeyler "sevenler" falan işte. Bir de uygulamalar var. Application. Bunlar gruplara göre daha faydalı şeyler. Çok şahane oyunlar var misal. "Playfish"ten bahsettim daha önce hatırlayabileceğiniz gibi. Tabii burada "fayda"dan kastımın "başında mal gibi saatler geçirebilme" olması da çok acı. Neyse. Bu kısımda da kullanıcıya verilmiş bir "Kendi uygulamanı kendin yap." fırsatı var. Tabii ki bu fırsatı kaçırmayan kullanıcılarımız da "Hangi içkisin?", "PROFILINE KIM BAKMIS OGREN!", "ÖnCeki HayatInda NeyDin :))", "MeLekmisin ŞeyTanmı ;)" gibisinden "Hey Girl!" tadında  fantastik uygulamalar icat etmişler. Ederler tabii. Valla "kamunun" eline böyle siteleri teslim etmemek lâzım görüldüğü gibi. Hele ki bu tarz sanal ortamlarda. Aslında kamunun değil de sadece Türklerin elinden alsak bu şansı, biraz rahatlayacağız; hem biz, hem internet. 

Eh toparlayalım artık. Gruplar ve de uygulamalar böyle. Facebook bize bırakmış bu konuların yönetimini, alın oynayın demiş. Fazlasıyla oynuyoruz görüldüğü gibi. O değil de neden böyle Levent Kırca tadında yazmaya başladım ki ben şimdi? Şunun şurasında bir internet sitesinden bahsediyoruz lan. Böyle toplumsal taşlamalar yapıyorum falan. Sabah sabah sapıttık işte kusura bakmayın, "Part III"te görüşmek üzere.

s.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Facebook: Part I..


Aralık ayına bilgisayar temalı bir yazıyla girmişken, bir internet sitesiyle devam etmek istiyorum. Tek bir yazıyla bitiremeyeceğim bir siteyle. Tarayıcımızı açtığımızda şuursuzca adres satırına yazdığımız bir siteyle. Facebook işte, sen de biliyorsun, sen de giriyorsun. Dokuz günlük tatili, ev ortamının verdiği rahatlığı ve gazı kullanarak böyle bir "yazı dizisi" tribine giriyorum ama dur bakalım sonumuz ne olacak. Birkaç farklı başlıkta birkaç farklı yönden incelemeye çalışacağım bu siteyi. Ama öncelikle genel bir girizgah yapalım. 

Efendim ne yiğitler gördüm, "Ben Facebook'a girmem." diyen; ne yağız delikanlılar gördüm, "Yonja gibi bir şey abi işim olmaz." diye buyuran. Şimdi hepsi bu diyarlarda, hepsi birbirlerini dürtüp "Arda is karmasik...." gibi şeyler yazıyorlar "durumlarının" altına. Bu sitenin ilk popüler olduğu zamanları hatırlayalım. Olay "Abi ilkokul arkadaşlarını buluyormuşsun."dan ibaret idi. Tabii ki internetteki en ufak bir anketi bile ıskalamayan vatandaşlarımız bu büyük fırsatı kaçırmadı, bir bir üyeler artmaya başladı. Biz de olduk üye. Eksik kalmadık.

O zamanlardan bu zamana bir yıldan fazla zaman geçti. Artık "Eski arkadaşlarımızı bulalım." sitesi gitti; yerine "Sıçmaya giderken bile arkadaşlarımızı gerek görsel gerek işitsel yollardan haberdar etmeliyiz." sitesi geldi. Herkes birbirini buldu zira. İş çığrından çıktı. Herkes akın etti siteye. Haliyle de çok çeşitli insanları inceleme fırsatımız doğdu.

Şimdi öncelikle; sürekli birbirlerine teşekkür eden, sürekli birbirlerinin ne kadar harika insanlar olduklarını vurgulayıp aralarındaki "kardeşlik" müessesesinin kutsallığından dem vuran bir güruh var. Bu türü genellikle fotoğraf altlarındaki yorumlarından ayırt ediyoruz. Bu türün temsilcileri genelde güzel bir dil kullanmıyor ne yazık ki. Hemen bir örnekle açıklayalım. Bir fotoğraf var. Fotoğrafımızda bu "kardeş"lerden biri masada oturuyor. Önünde ise fantastik bir içki var. Bira gibi basit bir şey değil. Johnny Walker, Absolut Vanilia, J&B gibi alternatifler olabilir. Arkadaşımız da muhtemelen cep telefonunun objektifine "Nasıl içmişim, hı?" dercesine haşin bir bakış atmış. Ardından gelsin yorumlar. "Krdsm 10 numarasn heLaL :DddD", "Wayy yaksr kardsme ;p:d.d.dd", "ARda ck tatLi olms kardsm :))".. Bu noktada cinsiyet ayrımı yok. Kız erkek karışık bir övme hali var. Esas adamımız Arda da her gelen yoruma usanmadan "Eywllh kardsm sen d 10 numarsn ;)" gibisinden övgü dolu karşılıklar veriyor. Böylece bu harika ego tatmin şenlikleri sürüp gidiyor.

Bir diğer dikkatimi çeken insan topluluğu ise "edebi" ergen kızlar. Bunlar da birbirlerinin siyah beyaz, sağdan soldan çeşitli açılarla çekilerek sanat değeri almış fotoğraflarına sadece birbirlerinin anlayabileceği bir üslupla, türlü göndermeler yaparak karşılık veriyorlar. Kızımızın adı Ceren olsun. Fotoğrafta da kendisi sağa sola bir yerlere bakıyor. Hemen ardından bizim edebi ergen bol ünlem işaretli, düzgün gibi Türkçeli, devrik cümleli yorumu yapıştırıyor: "Kadın! Belki aşarız dağları, gideriz belki sarı kulübeli şehre! Gelirim, öperim elbisenin askısını! Var mısın!".. Eveet. Biz bu yoruma bakıyoruz ve hiçbir bok anlamıyoruz. Neden "kadın", hangi dağlar, ne sarı kulübesi, elbisenin askısı niye falan. Bilmiyoruz. Sadece bu iki gizemli "kadın"ın büyüleyici düellosuna tanık oluyoruz. Cevap gecikmiyor. "Varım be. Kahpe! Gidelim, çıkalım dağlara, kulübede kestane yiyelim! Evet kadın gidelim ne olursun!".. En az yorumun kendisi kadar gaz bir cevap geldi bizim kadın'dan. "Kahpe" falan diyor bunlar birbirlerine. Marjinal bunlar. Biz izliyoruz.

Bu kadarla sınırlı değil tabii. Güzel ülkemizin dört bir yanından insanlar var sonuçta burada, milyon tane farklı "tür" incelenebilir. Ben sadece dikkatimi çeken iki tanesini örnek verdim. Ha şimdi bu kadar ahkâm kesmiş bulundum, gelip de bana "Sen nesin lan dallama." diyebilirsiniz tabii. Bir şey diyemem. Bende de var hafif geri zekalılık, inkar etmiyorum zaten. Oturuyorum bir buçuk saat manasız bir coğrafya oyunu oynuyorum mesela Facebook'ta. Oyunda iyi puan alayım diye ülke haritalarını, bayraklarını falan inceliyorum ara sıra tıpkı bir malmışçasına. Buradan "Ergen kızlar bik bik bik." demek kolay tabii, insan kendisine objektif bakamıyor. Eheh. Neyse efendim bir sonraki yazımda da biraz gruplardan, oyunlardan, "page"lerden falan bahsederim. Belki de bahsetmem. Hiç belli olmaz. Esen kalın.

s.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Bilgisayar..


Bilgisayar serüvenim ne zaman başladı emin değilim. Ama internet kafelerde başladığını hatırlıyorum. Fifa 99 oynuyordum ama bak, yeni çıkmıştı, demek ki o yıllarda olsa gerek. Neyse efendim o zamanlar internetle pek aram yoktu. Gider Counter-Strike, Fifa, Championship Manager gibi oyunlar oynardım. O zamanlar bilgisayar evde bir lükstü sanırım. Herkes bilgisayar sahibi değildi. Yıllar geçti, bir şeyler oldu; bilgisayar doğal bir ev eşyası haline geldi maalesef. Keşke gelmeseydi. 

İlk zamanlar internet yoktu. Mal gibi Paint'te resimler çizer, aptal oyunlarımı oynamaya devam ederdim. Sonra internet geldi. Keşke gelmeseydi.

Efendim mal gibi bir hayat sürüyorum. Bilgisayarı açıyorum. Facebook'a giriyorum. Oradan Ntvmsnbc açıyorum. Sonra Ekşi Sözlük falan derken akşamı ediyorum. İzmir'deyken annem yemeğe çağırıyor. Gitmiyorum. Tepsiyi alıyorum, bilgisayarın başına dönüyorum. Sanırsın dünyayı kurtarıyorum orada. Muhtemelen MSN'de birileriyle trans halinde konuşup geri zekalı gibi sırıtıyorumdur "Ikhhıheıhae" diye burnumdan sesler çıkararak. Ya da Facebook'u açmış mal gibi fotoğraflara bakıp insanların "Berke is üZqühnn..." gibi iletilerine bakıyoumdur boş gözlerle."Playfish" adlı oyun yapan bir kuruluş var Facebook'ta. Bu insanların yaptıkları "Who Has The Biggest Brain?" ve "Geo Challange" adlı oyunlar adeta ömrümden bir ömür götürdü. Hayatın gerçeklerini, doğal ihtiyaçlarımı unutturdular bana. ÖSS'de üç beş puan daha fazla alamadıysam, Playfish'tir bunun sorumlusu. İki gün sonra Midterm'im var. Bildiğin vize işte. Ben ne yapıyorum? Facebook'tan fotoğraf bakıyor, "You won 1.000.000.000.000.000 $ in British Lottery!!!" gibi aptal mailleri her niyeyse okuyorum büyük bir ciddiyetle, geri zekalı oluyorum gün geçtikçe ama dur bakalım.
Şikayet kutusu gibi oldu ama, bu satırları takip eden siz değerli okurların da büyük bir kısmının az sonra Facebook'a girip onu bunu dürteceğini biliyorum. Yapacaksınız bunu. Evet.
s.

23 Kasım 2008 Pazar

Ankara..


Uzuun bir aradan sonra yine birlikteyiz. Bu akşam huzurlu uyumak adına, an itibarıyla saat 02.54'te bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Saçma sapan yazım yanlışları, anlatım bozuklukları falan yapabilirim kusura bakmayın artık. Evet, çok fazla ihmal ettim burayı. Özür diliyorum konuya girmeden önce. Aralık ayıyla beraber daha bir şenlenecek buralar, daha hoş olacak. Söz.

Neyse. Bilen bilir, İzmir'den Ankara'ya okumaya gelmiş bulunuyorum. İlk zamanlar -blogdan da takip edilebileceği gibi- kafamda çok fazla önyargı ve soru işareti vardı. O zamanın gazıyla yazdık bir şeyler güzide başkentimiz hakkında, sövdük durduk; ama artık objektif bir Ankara yazısı yazabilecek kıvama geldim diye düşünüyorum.

Efendim gelmeden evvel Ankara'yı gözümde adeta cehennemin yer yüzündeki yansıması olarak hayal ettim mânâsız bir şekilde. O sıralarda evde oturup "Lan nasıl olacak lan, yurtta nasıl yaşarım lan ben, hiç kimse olmayacak lan, ölürüm lan, yapamam lan, anne?!" şeklinde geri zekâlı düşüncelerle beynimi yememin etkisi de büyük tabii bunun üzerinde. ODTÜ'de yaşıyor olmanın da rahatlığıyla şimdi diyebiliyorum ki, o kadar korkunç bir tablo yok görünürde.

Öncelikle gezip tozacak yerlerden bahsedelim. Mâlum kanı kaynayan genç bireyleriz. Dışarı çıkmak istiyoruz. Ankara da bize Kızılay, Tunalı, Bahçelievler -ya da "Bahçeli"- gibi seçenekler sunuyor. Bahçeli adlı yerle alâkam yok. Amerikan çakması "Yedinci Cadde", "Yirmi dördüncü Cadde" gibi yerler var burada bildiğim kadarıyla. Tunalı da öylesine bir yer işte. Birkaç katlı D&R'ı dışında beni etkileyen herhangi bir yanı yok. Kızılay daha bir sıcak, daha bir gidilesi geldi bu yüzden bana bugüne kadar. Bilindiği üzere burada kafeler barlar bir iş hanı tadında işletiliyor. Beş katlı apartmanın en üst dairesinde biranızı yudumlarken, yaban ellerdeki "ev" hasretinizi gideriyorsunuz bir nebze olsun. Fazla bir beklentiye girmemek lâzım Ankara'da gezeceksek. 

Ulaşım? Burada dolmuş sektörü oldukça gelişmiş. Biraz fazla gelişmiş. Keşke gelişmeseymiş. EGO otobüsleri, Halk otobüsleri gibi seçenekler de var ancak ben genelde geri zekalı EGO kartlarından almak istemediğimden dolmuşları tercih ediyorum. Bu dolmuşlar dönüp dolaşıp Güvenpark adlı güzide mekânda toplanıyorlar. Orası dolmuşların mabedi. Dolmuş şöförlerinin, yüz metrelik kuyruklar oluşturmuş yolcuların, masmavi dolmuşların yaptıkları şölene ev sahipliği eden kutsal bir tapınak. Dolmuş ücretleri bir hayli tuzlu. Ancak buradan rezil bir şekilde itiraf ediyorum ki; genelde dolmuşlara ayakta biniyor, hiç bozuntuya vermeden ücretsiz bir şekilde yolculuğumu sürdürüyorum, dolmuşçu kardeşlerimin de burayı okumamalarını temenni ediyorum. Bir de metro var burada tabii. Aslında bir metro var, bir de "Ankaray" diye bir şey. Valla bilmiyorum nedir bunlar, ne farkları var, atıp tutmaya gerek yok. Ama şöyle bir güzellik var ki, yeraltında resmen başka bir hayat var. Bir metro girişine dalıp aşağıda pek çok mağazanın arasından geçerek bir başka yere çıkabiliyoruz. Herhalde İzmir'de göremeyip de burada bulduğum yegane güzellik bu.

Hava soğuk burada bir de. Üşüyorum. Alışkın değilim ben böyle şeylere. Yakında bir kar yağsa da bir kartopu oynamadan, kardanadam yapmadan göçüp gitmesek bu diyarlardan. Of neyse lan. Saate bakıyorum. 03.30. Yazıyı da doğru dürüst bir yere bağlayamadık galiba. Neyse. Yarın sabah erken kalkıp çamaşır yıkamak gibi planlarım vardı, anlaşılan bir başka bahara kaldılar. Yurt hayatı işte. Evet yurt hayatı. Ondan da bir sonraki yazımızda bahsederiz efendim. Öpüyorum.

s.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kış..

8 Kasım 2008 Cumartesi

Terminal..


Efendim evden uzakta kalmaya fazla alışkın bir insan değilim. Bir aylık Ankara deneyiminin ardından bu satırları İzmir'den yazmak mutluluk verici tabii. Bu gidişler gelişler de insanın hayatına otobüs, otogar, peron gibi birtakım kavramları sokuyor haliyle.

Yurdumuzun kültürel zenginliğini gözler önüne seren en bariz örneklerden biri otogarlar sanıyorum. Uğultu halinde bir insan seli. Bir de ben sanırım ki bu otogarların en meşhur olanlarından, AŞTİ'den geçiyorum; daha da etkiliyor insanı. Oldukça büyük AŞTİ, olay otobüse binip gitmekten geçmiş artık; bir hayat var orda. Dükkanlarıyla, lokantalarıyla, berberleriyle, internet kafeleriyle, mescidiyle canlı bir "şey" olmuş orada. Aralarında "Hangimizin tostu daha iğrenç?" yarışması yaptıklarını tahmin ettiğim bir kafeterya zinciri var mesela; bir numaralı kafeterya, iki numaralı kafeterya diye giden. Her otogarda rastladığım "7 bohaça 50 kuruş" gibi çılgın kampanyalar yapan, muhteşem seyyar simitçiler de her köşeye konuşlanmış. Metrekareye bin tane cep telefonu sığdıran "Bilmem ne İletişim" adlı küçücük dükkanlardan bol bol mevcut. Otogarda takım elbise, gelinlik gibi fantastik ürünler satan dükkanlar da yok değil. En çok dikkat çekenler ise kesinlikle, bir lirayla çalışan, gereksizlikte sınır tanımayan aletler. Masaj aleti, kanca, şarj ünitesi, boy-kilo ölçer... "Üç boyutlu dünya turu" bile yapabiliyorsun bir liraya, o derece.

Taksiciler var bir de. Bunlar da "Nasıl daha şerefsiz olabiliriz?" üzerine çalışmalar yapan insanlar. "Taksiye dört yabancı insan alıp dördünden de ayrı ayrı ücret alma" gibi denemeleri var bu yönde. Binmemek lâzım.


İşin otobüs kısmı var tabii bir de. Asıl amaç. Yüz bin tane otobüs firması var burada. Bazıları artık bilet satmak uğruna delirmiş vaziyette. "Abi Trabzon'a mı abi, Trabzon'a gitsene abi.", "Adana abi di mi gel hemen." diye yanınıza yaklaşan takım elbiseli insanlardan ustaca sıyrılmak gerekiyor otobüse ulaşan yolda.

Sonuç olarak; "Köylü kurnazlığı"nı iliklerinize kadar hissedebileceğiniz, buram buram Anadolu'yu yaşayacağınız bir yer AŞTİ. Gidin görün diyemeyeceğim. Hiç gerek yok oturun evinizde. Yazımı yalnızca AŞTİ'yi bilenlerin anlayabileceği bir şekilde bitiriyorum izninizle: "Hareket saati geçmesine rağmen peronlarda bekleyen otobüs kaptanları! Gidin artık!"

s.

5 Kasım 2008 Çarşamba

1 Kasım 2008 Cumartesi

Anı 4: Zeybek..


Sene bin dokuz yüz bilmem kaç. İlkokuldayız. İkinci sınıf ya da üçüncü sınıf. Önceki anılarımdan çocukluğumu takip eden okurlar varsa, ne kadar sulugözlü pis bir çocuk olduğumu anlamışlardır. Bu anımda da ne yazık ki yine gözyaşlarıma hakim olamıyorum.

Efendim sınıfça ulusal bayramlarımızdan şimdi hatırlayamadığım bir tanesinde, bir halk oyunu gösterisi yapmaya karar vermişiz. Bir tane adam tutulmuş bize ders verecek. Çalışıyoruz. Kimin ne yapacağı konuşuluyor. Verilen karara göre, sınıf otuz kişiyse, yirmi dokuzunun bir çember oluşturup aynı hareketleri yapması; bir kişininse çemberin ortasında tek başına doğaçlama hareketler yapması uygun görülüyor. Bu anıyı da ilgi çekici hale getiren şey, o bir kişinin bendeniz olması. Ulan anlamıyorum; sanırsın halk oyunlarında isim yapmış, "Efelerin efesi" tadında bir insanım. Hangi akla hizmet beni seçersin koyarsın oraya. Neyse.

Provalarda sınıf olarak son derece şeniz. Ben ortada birbirinden kıvrak fiigürler sergiliyorum. Kalpağımı havalara fırlatıyorum, dizlerimi öyle vuruyorum, öyle inletiyorum ki yerleri; bütün şehir gözünü dikmiş bu muhteşem gösteriyi izliyor sanki. Her şey güzel.

Sonra bayram geliyor çatıyor. Okulun bahçesindeyiz. Hocalar, veliler çevremizde. Herkes nefesini tutmuş gösterimizi bekliyor sabırsızlıkla. Ve başlıyor gösteri. Yirmi dokuz kişi dönüyor, dans ediyor; ben duruyorum. Bütün herkes gözünü dikmiş bakıyor; ben duruyorum. Öğretmenim bana kaş göz ediyor, "Hadisene oğlum?!" diyor; ben duruyorum. Nedir bu çile yarabbi. Her geçen saniye ömrümden bir ömür götürüyor. Yapamıyorum. Kaskatı kesiliyorum. Gözyaşlarıma hakim olamayıp çevremi sarmış o etten duvarı yarıp koşuyorum okulun dışına gidiyorum. Annem geliyor peşimden, "Dursana oğlum!?" diyor. Durmuyorum. Bu ne rezalet. Bu nasıl bir utanç.

İşte böyle. Aynı gösteriyi iki hafta sonra bir otelde yapıyoruz, kapalı bir salonda. Bu kez coşuyorum. Provalardaki gibi hayran bırakıyorum insanları kendime. Açık hava mı çarpıyor acaba beni. Bilmiyorum.

s.

28 Ekim 2008 Salı

Yasak..


Blogger da kapatıldı mâlum geçenlerde, biliyorsunuzdur. "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" yazısıyla karşılaştı Blogspot uzantılı sitelere giren Türk Telekom kullanıcıları. Bu engellemeler ne zaman başladı bilmiyorum ama benim hatırladığım ilk örneği Ekşi Sözlük'le birlikte birkaç sitenin bir anda erişime kapatılmasıydı. O zaman şimdikinden bile daha göstermelik bir uygulamaydı. Sitenin ip adresini girince erişilebiliyordu falan. Bu teknik muhabbetlerden pek anlamam o yüzden uzatmayayım yalan yanlış şeyler söylemek istemiyorum. Bu bahsettiğim ilk engellemelerde siteye girince karşınıza çıkan sayfa oldukça komikti, bilen bilir. Şimdi Youtube'a falan girdiğinizde düzgün bir dille erişimin engellendiği yazıyor, altında da "Bilmemne mahkemesinin bilmemne kararı..." diye anlatıyor. İlk engellemelerde beyaz bir sayfada kırmızı renkli büyük harflerle "BU SITEYE ERISIM MAHKEME KARARIYLA ENGELLENMISTIR!!!!!!" yazıyordu. Sanırsın Türk Telekom değil de "TuRkIsH H@cKeR TeAm" falan kapatmış siteyi.

Şimdi "Bu yapılan bir domates çürük çıktı diye bütün pazarı kapatmaya benziyor bik bik bik." gibi akıl dolu muhteşem örneklerle olaya tepki göstermek istemiyorum. Herkes neyin ne olduğunu anlayacak kafaya sahip bence. Kimse de benim bu konuda keseceğim ahkâmlara ihtiyaç duymuyor. Neyse. Blogspot'a erişim engellendiğinden beri birkaç kişiden "Olm senin siteye girdik Diyarbakır Sulh Ceza mahkemesi falan diyor ne iş lan başın belaya mı girdi." gibi tepkiler aldım. O insanlara anlattım "Ha yok işte bütün bloglar kapandı." falan diye. Ama deli gibi yalanlar söylemek istedim bir yandan. "Evet" demek istedim, "Evet, yazıp çizdiklerimden dolayı devletle başım belada; haftaya Diyarbakır'a gidiyorum. Duruşmam var. Yakamı bırakmıyorlar." demek istedim. İnsan kendini bir bok sanmak istiyor. Ama yüreğim elvermedi temiz yürekli insanları kandırmaya.

Böyle. Geçici olarak açılmış Blogger, ben de kapanmadan ekleyeyim bir şeyler dedim. Ha benim için sorun değil, ayıptır söylemesi ODTÜ'nün çılgın internet hizmeti sağolsun ben her yere girebiliyorum. Ama ya sizler. Sizler olmadan ben neyim ki. Gerçi ekim ayı boyunca altı adet yazı ekleyip bunları söylemeye nasıl yüz bulabiliyorum bilmiyorum. Geçen gün annem aradı, "Daha komik şeyler koysana bloguna." dedi. Üzüldüm. Utandım. Neyse kapanacak zaten yakında eheh -oha.

s.

23 Ekim 2008 Perşembe

Kere..


Kere diye dergi çıkıyor ODTÜ'de. Bak ben de kapak çizdim ona. Reklam yaptım resmen. Aman yaparım lan ne olacak. 

Dergidir, sergidir, okula alışma sürecidir. Bir sürü şey var. Ondan böyle rezil gibi kaldı ekim ayı. 

Ama bir "Proje yap ama asla uygulama insanı" olarak hemen size yeni bir projemden bahsedeyim; belli konseptler dahilinde kalacak bir ya da iki blog daha açmayı düşünüyorum. Kafamda birkaç fikir var. Onları da söyleyip sonra olmazsa iyice rezil olmak istemiyorum.

Böyle dostlarım. Seviyorum sizi.

s.

19 Ekim 2008 Pazar

1 mesaj alındı..


Aslında bir değil, kaç bin mesaj alındı; bir bilseniz. Yaklaşık iki senedir mal oldum, durmaksızın mesaj atıyorum. Mesaj sayacım artıyor. Marifetmiş gibi silmiyorum, "Vay lan on bini geçmişim ehi ehi." diye saçma sapan bakıyorum ekrana. Sayaç artıyor. Sayaç arttıkça ben mallaşıyorum.

Böyle bir insan değildim ben ya. Çok uzak olmayan bir zamana kadar telefon bile kullanmazdım. Sonra ne olduysa oldu. "Beş bin mesaj" falan diye kampanyalar peydah oldu. Ben de dünyaya hiçbir katkısı olmayan bir malmışçasına bastım telefonun tuşlarına şuursuzca. Her ay başı "5bin" yazdım yolladım 3900'a büyük bir hevesle. Gelenin gidenin haddi hesabı olmadı. "İletildi", "Bekliyor", "*Eksik yazı var*" gibi kavramlar girdi hayatıma. "1 mesaj alındı" ibaresi eksik olmadı telefonumun ekranından. Telefonlar değişti, o yazı değişmedi. İlk başlarda "Çıt çıt çıt çıt" diye yazılan mesajlar, T9 illetinin benimsenmesiyle "Çtrtçrçtçrtçrçtçtçç"a döndü.

Bir de mesaj yazarken içerikle paralel olarak kendini mesajın tribine sokuyor insan. Hani mutluluk verici bir mesajsa mal gibi sırıtıyorsun, yatarak yazıyorsun mesajı falan. Ya da tartışıyorsun mesajla. Böyle mal bir aktivite yaşamadım hayatımda. Yazıyorum, siliyorum, kelimeleri seçiyorum. Sinirimi ifade edemiyorum. Ulan ne yapıyorum ben ya? Yapıyorum ben bunları ha. Ya siz yapmıyorsanız? "Mal la bu ahaha." diyorsanız ya şimdi bana? Of. 

Ee başka? Kısa oldu sanki yazı. Son iki haftadaki üçüncü yazı bu; utanıyorum kendimden. Ama cidden yoğunum desem bu aralar? Neyse. Bitti.

s.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Kaptan..


Bak kim o yukarıdaki? Burayı bir süredir takip ediyorsan artık onun ben olduğunu anlamış olmalısın. Ne yapıyorum peki? Basketbol. Smaç basıyorum. Nerede peki? Ancak yukarıda, çizgi şeklinde.

Rekabete dayalı, mücadele gerektiren spor dallarında istediğim başarıyı bir türlü elde edemedim efendim. Futbol olsun, basketbol olsun, voleybol olsun. Yok, beceremiyorum. Oynamaya çalışırken de "Beceremeyeceğim lan." diye düşünüyorum, o sırada top geliyor ben elimden kaçırıyorum falan. Yok yani.

Ortaokul yıllarımdı sanıyorum, onu bile hatırlamıyorum, Karşıyaka adlı güzide basketbol kulübünün basketbol kursuna yazılmıştım; neden bilmiyorum. Saçma sapan top sürüyorduk, turnike atmaya çalışıyorduk falan. Arada maç yapardık. O kadar kendine güvensizim ki böyle "maç" konularında, bana top gelirse mutlaka zor olanı denerim. Futbol oynuyorsak uzaktan şut atarım, basketbol oynuyorsak kesinlikle üçlük denerim. Neden? Çünkü onu yapamamam normal karşılanır. Mantığa bak. Futbol oynarken kalenin önüne gelip vuracak kadar boş kalsam da bunu yapmam, çünkü eğer kalenin önüne gidip vurup kaçırırsam "Yuh lan hayvan.", "Oha ne yaptın olm." gibi serzenişlerin hedef noktası olmam işten bile değil. Aklımdan geçenleri, hislerimi açıkça anlatabildim mi emin değilim ama; öyle işte.

Bir de o basketbol kursunda "kaptan" bile oldum ben bu halimle. Takımın en sessiz sakin, akıllı uslu çocuğu olmamdan ötürüydü bu kaptanlık şerefinin bana nail olması; yanlış anlaşılmasın, olağanüstü basketbol yeteneğimle fazla alakalı değil. Ama ne zaman konu açılsa "Eskiden basketbol oynardım Karşıyaka'da, kaptandım..." diye mânâsız bir tribe girmekten hiç çekinmem. Öyle bir anlatırım ki sanırsın All-Star takımına seçilmişim. Beni okuyan ve bu anılarımı anlattığım tüm arkadaşlarıma da bir nevi itiraf niteliğinde oluyor bu satırlarım. Evet, işin aslı budur. Takımın yıldızı ben değildim, yalandı bunlar.

Hâlâ da utanmadan nerede bir maç olsa hemen "Oynarım." diye atlarım hiç çekinmem. Maç boyu amaçsızca koşarım. Top bana gelince üzülürüm, gerilirim, heyecanlanırım. Düşerim. Bak düştüm geçen gün iki dizim de yara oldu. Ama olsun. Ben inanıyorum ki bir gün ben de maçın yıldızı olacağım. Gerçek bir kaptan olacağım. Yukarıdaki gibi smaçlar basacağım. Olacak bunlar.

s.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Dokuz..


Tatil öncesi planlar. Evet, işte o tatilde hiçbir zaman gerçekleşmeyen planlar canım; onlardan bahsediyorum işte.

Ankara'da yer yer sancılı bir "başlangıç" geçirmişim, ilaç gibi dokuz gün tatil gelmiş. İzmir'e gidiyorum. Kafamda milyon tane düşünce. "Hmm evet şunu yapacağım, şuraya gideceğim, şunları çizeceğim, şunları izleyeceğim, şunu okuyacağım." E dokuz gün ulan. Daha ne olsun. Koca dokuz gün, her şey yapılır.

Sonuç? Aha sonuç yukarıdaki gibi. Bugün tatilin sekizinci günü, yaptığım en ilginç aktivite bilgisayarın başında bir mal edasıyla "Frets On Fire" adlı güzide oyunu oynamak. "Guitar Hero" var ya hani, bildin mi? Onun bilgisayar versiyonu gibi bir şey. Klavyeyle gitar çalıyorsun. Benim gibi herhangi bir enstrüman çalmaya hayatının hiçbir evresinde heves etmemiş bir insan bile oturup saatlerce "Ehe mehe." diye bunu oynayabiliyor. Zaten baksan aslında neler yapıyorum. Futbol takımlarını şampiyon yapıyorum, virtüöz gibi gitar çalıyorum, dünyaları kurtarıyorum. Ama sadece bilgisayarın başında. 

Bir de diyordum ki "Düzenli ve sağlıklı besleneyim." falan. Tatil öncesi. Tatilin büyük bir kısmı ise ekmek kutusu-buzdolabı-bilgisayar üçgeninde geçti. "Bilgisayarın başındayım. Acıkıyorum. Gidip bir parça ekmek koparıyorum. Nutella sürüp yiyorum. Bilgisayarın başına dönüyorum. Acıkıyorum..." Hayvanlar gibi yiyorum.

Gelmeden tonla film indirdim ODTÜ'nün fantastik internet nimetinden faydalanarak. Hiçbirini izlemedim. Bir tek İzmir'e gelirken otobüste önümdeki hiperaktif piç sekiz buçuk saat aralıksız bağırdığından bir tanesini izlemiş bulundum. O kadar.

Bir de değişik yerlere gitme fikirlerim vardı. Yok efendim İnciraltı'na gideyim, yok efendim balık tutayım. Hepsi yalan. Dışarıda yaptığım tek aktivite de mal gibi Alsancak'a gidip mal gibi bir-iki bira içip dönmek oldu. Evet.

Bugün tatilin sekizinci günü, elimde klavye;
Bugün tatilin sekizinci günü, kurtarın beni dostlar...

s.

Not: Ulan bula bula bulduğum başlığa bak. Dokuz. Bir önceki de Elli'ydi. Allah allah.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Elli..


Şimdi ellinci gönderim olacak ya, bir şeyler yapayım dedim. Aslında böyle şeyler "Birinci Yıl"da falan olur da, ben bekleyemem bir yıla ölür müyüm kalır mıyım belli değil kim uğraşacak. Neyse.

"Bugüne kadar neler yaptık." gibi bir olaya girmek ister deli gönlüm; ama sorun şu ki bir bok yapmadık. Biz kimsek artık. Valla canım sıkıldıkça yazdım çizdim, koydum buraya işte. Bir hikâyem yok yani. Ne anlatabilirim? Hmm.

Sıkıcı yaz günlerinde internette dolaşıyordum. Sonra bir vesileyle "Aceto Balsamico" adlı şahane futbol blogunu gördüm. Adam yazmış işte, bir sürü insan da okuyor seviyor falan. Dedim ki "Lan bu blog işi zevkli bir şeymiş." Ben bu blogu açana kadar "yazmayı" pek denememiştim. Facebook'taki "Live Blog" adlı eklenti vasıtasıyla üç beş bir şeyler yazdım koydum oraya can sıkıntısından. Bazı insanlar da "Okuyorum güzel :)))" gibisinden şeyler dedi bana. İki-üç kişi yani. Ben de dedim ki "Hmm neden olmasın lan." Sonra açtım. İlk zamanlar böyle bir gaz oldum yeri geliyordu günde iki-üç tane ekliyordum. Şimdi eski tempo yok tabii iş var güç var. Yine de elimden geldiğince koyuyorum bir şeyler.

Burada çiziyoruz anlatıyoruz iyi hoş da, henüz bir "kitle" yok tabii ortada, eheh. Haksızlık etmeyeyim tabii, yeri geldi tanımadığım insanlar "Slm sayfn güzelmş :)" diye şeyler yazdı, tanımadığım insanlar da var burayı okuyan tek tük; ama dediğim gibi nadiren olan şeyler bunlar. Genelde "Bizim elemanlar" okuyorlar. "Güzel olmuş lan." diyorlar, "Eheh sağolun." diyorum. Hayran kitlem sen, ben, bizim oğlan yani.

"Ee bu ne şimdi?" diyebilirsiniz, ben olsam ben de derim. Özeniyorum lan böyle şeylere, demesenize öyle; neyim eksik benim! Ellinci gönderi işte. Bence önemli bir şey tamam mı!

s.

30 Eylül 2008 Salı

Kahve..


Kahve lan verdiğin şunun şurasında. Hani nereden baksan kahve? Sağına bakıyorum, soluna bakıyorum, kapağını açıyorum. Kahve bu evet.

"Marka" olmak çok ilginç bir şey. Aha bak, adam on milyona kahve satıyor. Alanı da var. Bizim köşedeki kıraathane satsa aynısını on milyona, deli denir. Starbucks® satınca oluyor ama. Güzel de mekân yapmış adam; şık koltuklar, siyah beyaz "San Francisco" fotoğrafları falan koymuş adam boyu. Köşedeki "Dostlar Kıraathanesi" gibi iki sandalye atıp Sibel Can resimleri asmamış ki duvara. Biliyor işi. Dostlar Kıraathanesi'ndeki Murat Abi'ye "Usta bi fincan kahve vericen mi ufak.." diyorsun, "Tamam yeğenim.." diyor. Starbucks®'taki garson Bahadır Bey'e "Ehm bir small Frappuccino®, beyaz çikolatalı.." diyorsun, "İsminizi alabilir miyim.." diyor.

Ülkemizdeki Starbucks®'ların müşteri kitlesini ikiye ayırabiliriz. Birincisi Lacoste® tişört, açık renk keten pantolon giymiş; laptopuyla çok önemli işler peşinde koşan gözlüklü iş adamı modeli. Bunda para var. Fazla eleştirmem ben onu, var yiyor, yapacak bir şey yok. Ha ama; ikincisi de cıvıl cıvıl Puma® eşofmanlarını geçirmiş, RayBan® gözlükleriyle ortama neşe saçan, mutlu-salak genç. Neden mutlu, bilmiyorum. Ama fazlasıyla mutlu. Bunda para olabilir de, olmayabilir de. Gerekirse son parasıyla gider ve burada kahve içer, Starbucks® logolu sihirli bardağını uzunca bir süre elinden bırakmaz. Çünkü gerizekalı ve mutlu kendisi.

Bu arada sadece Starbucks® değil tabii, bunun Gloria Jean's®'i var, Has Kahve®'si var; örnek sadece benim verdiğim. Varacağım sonuç şu ki; kahve sektöründen ne kazanıldı arkadaş. Ne parası yendi Lacoste®'li Harun Bey'in. Hadi ona koymaz, bizim Puma®'lı Selin ne olacak? Kahveye giden paranın hesabını kim soracak?

Son olarak, "Zevkim bu benim..." falan demeyin şimdi, kahve lan bu kahve! Git bakkaldan otuz paket "Üçü Bir Arada" al onun yerine, otur sıcak evinde bir ay zıkkımlan arkadaşım. Daha rahat edersin, mekânın "Elit" havası da tribe sokmaz seni. 

Cık cık cık.
s.

Üç numara..

25 Eylül 2008 Perşembe

Kanca: Mutlu son..


Gün bugündür dostlar.

Gün bugündür ağalar.

Şenlikler başlasın, duymayan kalmasın.

Dün Ankara'da gittiğimiz "Fantasyland" adlı güzide oyun salonunda, makus talihimi kırdım, meşhur kancalı aletten bir adet harikulade oyuncak kazandım.

Uzun uzun hesaplar yaptım. Milimetrik hamleler düşündüm. Planlarımı kurdum. Bastım kırmızı düğmeye. Ağır ağır indi aşağı çilekeş kanca. Sıkıca kavradı pembe renkli harika kediyi. Bu nasıl heyecandı yarabbi.

Ve evet;

Kaldırdı oyuncağı ağır ağır. Hala "Acaba" diyordum; "Acaba düşecek mi o boşluktan, tutacak mı ellerim o güzelliği." Bu birkaç saniye, bana birkaç yıl gibi geldi.

Ve yine evet;

Aldı, attı aşağı. Kazanmıştım. Neşe katarı bu noktada oluştu. Ben, sevgili Ayşenaz ve sevgili Oğul adeta bir sevinç yumağı olduk. İsim babalığını da Oğul yaptı, "Umut" koyduk adını; umudun getirdiği bu zaferi tüm dünyaya haykırmak istercesine...

Gün bugündür.

s.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Bad Trip: Volume II..


Merhaba efendim. Nasılsınız? Beni soracak olursanız pek iyi değilim. Sizlere Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin sekiz numaralı erkek yurdundan, 501 numaralı odadan sesleniyorum. Şu an burada hiç kimse yok. Bugün cumartesi. İnsanlar geziyor. Ben ise Ankara manzaralı (!) güzide odamda klavyenin tuşlarına vuruyorum.

Şımarıklık etmeyeyim, yurt konusunda beklediğim kadar dehşet verici sıkıntılar yaşamıyorum. Oda arkadaşlarım biraz dağınık olmakla birlikte güzel insanlar. Internetim var. Valla nazi kamplarını aratmayan yurtlar olduğunu öğrendikten sonra durumumdan memnun olmaya başladım yurt konusunda.

Yalnızım. Bugün okulda dördüncü günüm. Henüz sosyal bir insan olamadım ne üzücü ki. Okul şahane imkanlar sunuyor aslında ama henüz adaptasyon sürecini atlatamadım ben. Zaten benim bir ortama adapte olmam zor oluyor. Misal şu an yurttaki insanlar beni pısırık, sessiz, yüz göz olmayan çocuk olarak biliyorlar. Çünkü öyleyim, öyle davranıyorum. Ancak samimiyeti kurduğum zaman da laubalililiğin bini bir para oluyor bende. Böyle çift kişilik sergileyen bir insanım maalesef işte.

Son yazılarda biraz fazla kendimden bahsediyorum değil mi? Oysaki bu blogdaki öncelikli amacım bu değil. Ama cidden bugünlerde bir konu üretip onun üstüne yazıp çizecek takatim hiç yok. Kendi problemlerimle fazlasıyla başım dertte. Neyse. Biraz ingilizce falan bir şeyler okuyayım hazır kimse de yokken.

Of, of...

s.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Bad Trip..


Okulum başladı. Yurda yerleştim. Sinirlerim çok bozuk. Yalnız gibiyim.
Şimdilik bu kadar.

s.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Veda..


Lan ne dramatize ettim olayı be. "Veda"ymış. Sanırsın dünyanın öteki ucuna gidiyorum. Sanırsın bir daha gelmemecesine gidiyorum. Tipe bak, el sallamalar falan. On gün sonra bayram olacak arkadaşım, tıpış tıpış geleceksin zaten, indir o eli! 

Her neyse. Bundan böyle ODTÜ'den bildireceğim genelde. Bir dahaki yazımız ne zaman gelir, bilmiyorum. Bir yerleşsem, adapte olsam olaya; her şey şahane olacak.

Öyle işte.

s.

14 Eylül 2008 Pazar

Burger King..


İkinci kez bir başlığımda "Burger King" geçiyor. İlki malum. Buradan da anlayabileceğiniz üzere, söz konusu bu güzide resotran zinciri olunca; kapitalizmin pençesine hop diye esir düşüyorum ne acıdır ki. Şahsen etimin balık misali olmasında da bunun payı oldukça büyük. Hamburger ekmeğinin muhteşem yumuşaklığından, Whopper'ın orgazmik lezzetinden, Crispy Chicken'ın harikulade tadından bahsetmek istemiyorum size bu yazıda. Evet istemiyorum bahsetmeyeceğim. Acıkıyorum nitekim. Neyse. 

Burası malum "Self Servis" bi restoran. Ayrıca gayet de ilgi görüyor. Hal böyle olunca da kasalarda tam bir cümbüş havası, bir panayır tadı yakalıyor insan. Bir sürü aç insan. Üç beş zavallı kasiyer. Arada patatesleri karıştıran ciddi bakışlı asabi "Assistant Manager". İşte Burger King bu.

Burada kasiyerlik yapmak sanıyorum ki günümüzün en çileli işlerinden biri. Zoraki gülümseyen birtakım genç kızlar, çocuklar. Motor gibi konuşuyorlar. "Sipaağriş veremeyen var mığğ bu kasadan alabiliriiğğm!", "İçecek ve patatesinizin büyük seçim olmasını ister misiniiiğz?!", "Çıtır soan halkalarından ister miydiniiğz!"... Bu cümleleri telaffuz ederken bir Burger King kasiyeri tadı yakalamak isterseniz bir cümleyi takriben 1-1.5 saniye civarında okumanız gerekiyor. Vallahi çok acıyorum ben bu çocuklara. Bir yerden sos çıkar, öteki tarafa dondurma getir, koş diğer taraftan patates koy, bir yandan asabi "Manager" bağırıp çağırsın... Yorgunluktan canları çıkmış orada, yok "Çıtır soğan halkası" yok "Büyük seçim" bilmem ne. Kesinlikle yapabileceğim bir iş değil. Bir de şu birbirlerine "Bey"li "Hanım"li hitap etme tripleri yok mu, canımdan bir can alıyor. Bir de patronları köylü kurnazlıkları öğretmiş bunlara. "Büyük seçim" diyorsun, dayıyor önüne "King"i. Uğraşmaya takatin olmuyor, zaten açsın. Alıp oturup yiyorsun. Burger King 50 Kuruş fazla kazanıyor. 

Vallahi birdenbire geçtim bilgisayarın başına bunları yazdım. Bir yandan da karnım gurulduyor. Nereden geldi aklıma bu konu bilmiyorum vallahi. Whopper çok güzel ya. Crispy Chicken da güzel evet.

s.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Bir gün..


Ankara'lı yazılara çizgilere devam. Gündemim bu.

10 Eylül gecesi "Sssaayğn yolcularms hayrlı yolclkhlar dileeğrs" anonsuyla 8.5 saatlik sıkıcı otobüs yolculuğu başlıyor. Otobüste uyuyabilen bir insan değilim. Otobüste okuyabilen bir insan da değilim. Hâl böyle olunca otobüs yolculuğu da can sıkıcı oluyor. Bir de gece olunca, çevredeki o sarı sarı otları, ayçiçeği tarlalarını, bol çanak antenli gizemli villaları, inekleri izleyemeyince insan; daha da boğuluyor. Muavin arkadaşımız tarafından ikram edilen bilumum topkek, kola, su gibi gıdaları hiç geri çevirmeden şuursuzca tıkınıyorum. Gece 03.30 civarı ilk kez kafam kenara düşüyor, hafif uyuyor gibi oluyorum. Işıklar yanıyor. Mikrofonu kapan muavin "Sssaayğn yolcularms Varan teğssslernde yarm saağt mola veriors" diye çığırıyor. Yapacak bir şey yok. sıkıntıdan aşağı iniyorum. Pişmaniye ve cevizli sucuk diyarı olan markete dalıp "Olips" gibi "Halley" gibi birbirinden gereksiz şeyler alıyorum laf olsun diye. 

11 Eylül sabah 07.30'da AŞTİ'deyim. Bildiğin terminal işte. "7 tane boğaça -evet boğaça- 1 Lira" gibi fantastik kampanyalar yapan seyyar simitçiler bu terminalde de mevcut. "1 Numaralı Kafeterya" adlı güzide mekanda on sekiz yıllık kısa ömrüm boyunca yediğim en iğrenç tostu yedikten sonra, 00.00 otobüsüyle gelen sevgili arkadaşım Damla ile buluşup taksiye atlıyor, ODTÜ yollarını tutuyorum. 

10.30'da hazırlık sınıfındaki seviyemi belirleyecek olan İngilizce sınavına giriyorum uykusuzluktan bir milyon olmuş kafayla. 100 üzerinden 76 alarak "Upper Intermediate" oluyorum. Sınavdan sonra... Evet işte sınavdan sonra artık çileli dakikalar başlıyor benim için. "Sekizinci yurt"a yerleştiğimi öğreniyorum. Buraya kayıt yaptırmam gerekiyor. Birtakım resmi işler yapmam gerekiyor yani. Banka-Yurt-PTT üçgeninde kendimi kaybediyorum, güneş başıma geçiyor. Allahım neden. Neden var bu işler. Neden yapıyoruz bunları. Anlamıyorum.

Okulda işleri bitirince "Bilkent Center" adlı alışveriş merkezinde Nilay adlı sevgili arkadaşımızla vakit geçiriyoruz. Burada parlak sarı çizgili siyah Adidas eşofman altı giyen kızlardan var işte bir sürü. Bilkent'e gidiyorlar tahmin edebileceğiniz gibi.

Dönüş vakti geliyor gibi. Gara gitmemiz lazım. Bunu nasıl yapacağımız hakkında bir fikrimiz yok. Sorduğumuz insanlar "Sshhiye köprsnde inin metroyla Ulus'a gidn." diyorlar bize. Dolmuşta giderken bir de bakıyoruz, aha gar?! Garın arkasından geçiyormuşuz da haberimiz yok. Apar topar iniyoruz, gidiyoruz. Burada fotoğraf çekerken güvenlik görevlisi bir arkadaş burada fotoğraf çekemeyeceğimizi söylüyor. "Ha?" diyoruz. "Çekemezsiniz." diyor. "Nasıl ya?" diyoruz. "Hiçbir yerde çekemezsiniz." diye coşuyor. "Oldu." diyip gidiyor, garın iç kısmında çekiyoruz fotoğrafları.

Tren. 15 saat yol. Yine de otobüsle kıyaslanamayacak kadar eğlenceli ve rahat. Ara sıra seri haldeki "Gdamdam gdamdam gdamdam" sesleri beynimize vursa da genellikle uyuyabiliyoruz. Restoran var bir de burada. İnsan oturunca burada bir seviniyor falan. "Ehe mehe yemek yiyoruz lan trende eheh." diye bir tripteyiz biz de. 

Bitti. Vardık. Ölüyoruz. O değil de sıkıcı bir yazı oldu sanki bu. Pek memnun kalmadan basacağım "Yazıyı Yayınla" butonuna. Neyse lan olur öyle arada. Esen kalın.

s.

9 Eylül 2008 Salı

İzmir vs. Ankara..


Ankara'ya gittim, okula kaydoldum, geldim. On dakikalık kayıt için totalde 30-32 saat yol teptim. Bu nasıl sistem dostlar. Yok mudur bunun kolay yolu. Neyse konuyu saptırmayalım.

Daha önce birkaç defa Ankara'da bulundum. O zamanlar Ankara hakkında bir şey hissetmedim nedense. "Güzel" gibi "Çirkin" gibi bir yargıda bulunamadım. Düşüncelerim "Ankara'da deniz yok..."un ötesine geçmedi. Bu noktada şu deniz olayına değinelim. Arkadaş, insanlar sanıyor ki kıyı şehrinden Anadolu'ya gelen insanların tek derdi deniz! Biz bütün gün oturup denize bakıyoruz zannediyorlar sanırım. Yani olayın "suya bakmak"tan ibaret olduğunu sanıyor olacaklar, "Burada da göl var ehehe." diyorlar. Ulan "Deniz havası" diye bir şey var. Denizin var olması bile insana psikolojik rahatlık getiriyor ayrıca. Uzatmayalım. Bilen bilir.

Bu gelişimde gördüm ki "Deniz havası"ndan ibaret değil olay. Burası cidden başka bir yer. Hani binasıyla, havasıyla, insanıyla bambaşka bir yer burası. Beton, beton, beton... Bilmem kaç katlı tek tip beton yığınları.Bankalar, bakanlıklar, genel merkezler... Her kattaki o klimaların düzeninin görüntüsü bile sıkıyor canımı. 

Biz genç çocuklarız, haydi bunlar bizi bağlamaz diyelim. Buranın kafesi barı da bir garip arkadaş. Apartman dairesinin beşinci katına kafe koymuş adam. İşhanı mı lan bu. Hiç kusura bakmayın efendim, biz burada deniz kokan cumbalı eski evlerde takılıyoruz; bırakın da burun kıvırayım. Ha bir de "Ankara'da gidilecek yer?" geyiklerinde hep bir ağızdan söylenen yeri de unutmayalım. Evet doğru bildiniz: "Tunalııı!". Bu "Tunalı Hilmi" de cadde işte. Barlar marlar. Daha derli toplu bir yer. Atmıyorsam sonuna doğru "Kuğulu Park" olacak. Kuğulu Park'ın karşısında on katlı falan bir D&R var; sırf bu yüzden buraya derin bir saygı besliyorum. Kapandı falan diyorlar; öyleyse o saygı da yok olacak.

Ulaşım? Şimdi buradaki otobüs sistemini çözmüş değilim. "Ego otobüsleri", "Paralı otobüsler" falan bir sürü saçma sapan şey var. Otobüs kartı var bir de binmek için.  İncecik bir kağıt parçası. Bildiğin pahalı. Binince saçma sapan bir alete sokup çıkarıyorsun "sınkırçık" diye bir sesle. Bu ne ya? Arkadaşım "Kentkart" diye bir şey var ama ya? İçine istediğin kadar yüklüyorsun, alete gösteriyorsun "Dit" diye oluyor bitiyor. Bu kart ne ulan?! Dolmuş desen, şimdi yine kusura bakmayın ama; ben buradaki dolmuşçuların hangi dilde konuştuklarını anlayabilmiş değilim. Yok anlamıyorum arkadaş. "Ben Dikmen'e gidecektim nasıl olacak?" diyorum; "Rahahgahegahga" diyor. "Nasıl?" diyorum; "Rahahgahegahga" diyor. Soramıyorum üçüncü defa, utanıyorum, oturuyorum.  Buranın insanı da farklı, evet bu bir gerçek.

Herkes diyor "Alışacaksııın..." diye. Evet şüphem yok, alışacağım tabii. Ama üzülerek "alışmak"tan ötesine geçmeyeceğini düşünüyorum Ankara hakkındaki fikirlerimin. Tabii belli olmaz. Bakarsın ileride ben de "Ne var lan burada da göl var ehe mehe" insanlarından olurum; büyük konuşmamak lazım.

Not: ODTÜ başka bir şey, bu yazıya dahil değil.

s.

7 Eylül 2008 Pazar

5 Eylül 2008 Cuma

Of..


"Of"lu "Puf"lu "Pardon"lu mal mal yazıların haddi hesabı kalmadı, farkındayım. Ama cidden pardon. Burayı 5-6 gündür boşladım, son zamanlarda pek çok işim var. İki gündür yollarda sürünüyorum, malum Ankara, kayıt mayıt... O değil de Ankara ne iğrenç bir yer öyle, neyse bu başka bir yazının konusu olabilir. Bir de başka bir şey var, yeri gelince söylerim. Ama cidden geçerli mazeretlerim var. Yani. Öyle işte.

s.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Dersane sektörü..

Başlangıçta “Dersaneler birer ticarethane, okullar gereken eğitimi vermeli kardeşim!” geyiği yapmayı düşündüm, vazgeçtim.

Nedir bu dersane? “Dersane” diyorum, çünkü bana yazımının böyle olduğu öğretildi, ben de bundan tatmin oldum, bunu baştan söyleyeyim. Neyse. Üzerinde çok fazla konuşabileceğim yerler. Gerçekten kafaları çalışan insanlar açıyor buraları. İşlerini bilen insanlar. Öğrenciyle olan “samimiyeti”, hele ki devlet okulundan gelmiş bir öğrenciye, o kadar güzel hissettiriyorlar ki; öğrenci mal oluyor. Bildiğin mal. Koyun oluyor insan. Bırakıyor kendini güvenle biricik dersanesinin kucağına.

Şimdi bu samimiyeti sağlayacak en önemli unsur nedir? E öğretmen tabii. Sürekli diyalog kuracağımız insan. Burada öğrencinin karşısına öyle bir öğretmen sunuluyor ki, şaşırıyor öğrenci, “Lan bu hoca bizim gibi insan.” diyor içten içe. Çünkü işte adamın sakalı var. Adam Converse giyiyor ayağına. Telefonunda adı kayıtlı. Facebook’a falan giriyor. Bildiğin kot-tişört şeklinde görünce adamı bir garip oluyorsun. Hoca burada tabii devamlı bir “Abi” havası sezdirmeli. Kaan olsun atıyorum adı, bir “Kaan Hoca”dır gidiyor sınıfta! “Kaan Hoca’yla yemeğe gittik.”, “Kaan Hoca’yla halı saha maçına gidiyoruz.” bilmem ne. Tamamdır hocaya güven aşamasını hallettik, en önemli kısım bitti.

Dersane başlarken de öğrencimize bir sürü renkli renkli, cıvıl cıvıl test kitapları dağıtıyoruz. Yok “Çıkmış Sorular” yok “Soru Bankası” verdikçe veriyoruz. Bu da güzel gaz verir öğrenciye. Bu “gaz”la ilgili ayrıntılı bilgi için: Yeni Test Kitabı..

Deneme sınavları bir de tabii. Sürekli mal gibi deneme çözmenin bize inanılmaz şeyler katacağına da gerçekten inanmamız gerekiyor. Bunları da sevgili Kaan Hoca anlatıyor bize, e adam istese evimizi barkımızı üstüne yapacağız o derece bırakmışız kendimizi kollarına. “Zamanı değerlendirme”, “Sınav stresine alışma” gibi geyiklerle bunun önemini de kendimize kabul ettiriyoruz, artık gelsin denemeler! Bizim zavallı mal çocuk durmadan giriyor denemeye. Durmadan dolduruyor o iğrenç turuncu-beyaz optik formu. Durmadan aynı puanları alıyor. Bilmiyor konuları ama giriyor sınava; bildiğini yapabiliyor, bilmediğini yapamıyor. Ama tabii ki “Bu sınavlardan aldığımız sonuçlar önemli değil, bunlar kendimizi denememiz için vs.”, öyle dedi Kaan Hoca. Ha unutmadan, deneme sınavlarına karizmatik isimler bulursak öğrenciye daha yoğun etki yapıyor. Aslında her boka bir kısaltma bulsak en iyisi, öğrenci bir bok sanıyor kısaltınca. Atıyorum “Genel Deneme Sınavı” olsun gireceğimiz sınav. Bunu hemen “GDS” olarak sokuyoruz herkesin aklına. Artık bir GDS’dir gidiyor bizim öğrenciler arasında. “Son GDS nasıl abi?”, “Bu GDS’de iyi yapmalıyım Kaan Hoca’yla iddiaya girdik.” falan. Verimli çalışma kitabı mı hazırladın? Ver VÇK’yi! Etüt metüt falan mı koydun? Ver EMF’yi! Yerler bunu.

Rehberlik servisini de unutmayalım. Burada da “kafa hocalar” var. Aslında işin özü bu düşününce dersane işinde. Böyle hafif “genç ağzı” üç beş geyik yap zaten öğrenciyi mal yapmaya yetiyor. Onlar da senden ödev istiyor. Sen de mal olduğundan kağıda “Matematik 217 soru, Türkçe 58 soru…” diye yazıyorsun onları. Sonra o rehberlikçi sana “Planlı programlı verimli çalış.” diyor. Sen de “He.” Diyorsun. Öyle sahte sahte ilişkiler…

Of böyle ya işte. Sürekli güleceksin, sürekli güvendireceksin kendine. Böyle bu işler. Mal ergenleri kandırmak kolay. Biraz kafayı çalıştır yeter.

s.

26 Ağustos 2008 Salı

Tıraş..


Sakal tıraşı olmayı sevmiyorum. "Tıraş" kelimesini bile sevmiyorum. Ben onu "Traş" olarak belledim uzun yıllar, büyük hayal kırıklığı oldu imla kılavuzuna baktığım o an. Yalnız cidden ne iğrenç bir iştir ya bu. Çok klişe bir geyik oluyor ama "Erkeklerin de işi zor her gün her gün tıraş mı olunur ehe mehe." diye düşünüyorum ben bile. 

Ben tıraş olmayı beceremiyorum sanırım. Her tarafım kanıyor. Ama bu öyle kesip kanatmak şeklinde olmuyor genelde. Sivilceler falan oluyor sanırım çenemin altında -ki yok ulan öyle bir şey bir tek tıraş olunca mı ortaya çıkıyorlar?-, yoluyorum onları bıçakla, her taraf benek benek kan...

Üşengeç bir insan olmamdan ötürü lise hayatım boyunca da bu kıllardan çok çektim. Kesmeden geliyordum okula tıpkı bir arsız, tıpkı bir soytarı gibi. Okul kapısına geldiğimde "Mission Impossible" tadında adrenalin dolu anlar geçiriyordum. Bazılarında da yakalanıyordum haliyle. "Ne lan bunlar kaç defa söyledim.", "Sicilini değiştireceğim ulan adi herif!" gibisinden aşağılamaları hep sineye çektim. Sadece sakal değil ki, favorilerim var bir de nedense, bok var sanki. Bak buradaki karikatürlerime, hiçbirinde Elvis'i aratmıyorum evelallah; tabii okul yönetimi Elvis melvis sallamıyor. Tuttular mı koparıyorlardı bir öbek kıl parçasını güzelim favorilerimden.

Uzatıp uzatıp hacı kıvamına gelince kesmek sadece okul yönetimini değil, ev yönetimini de huzursuz ediyor ara sıra tabii. Bazen duyarsız bir öküzmüşçesine öbek öbek köpüklü kılları lavaboya atmamdan ötürü, eve alınan "Lavabo-Aç"ın haddi hesabı yok. 

Sevmiyorum ben tıraş olmayı...

s.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Hata..

Hata 1:

Hata 2:

20 Ağustos 2008 Çarşamba

ÖSYS..


...

Yerleştiği Yükseköğretim Programı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (Ankara)
Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji



Yurt hayatı. Aile yok. Kimse yok. Deniz yok. Risk. Sefalet. Hadi bakalım.

s.

19 Ağustos 2008 Salı

Zeytinli..


Ne demiştik? Zeytinli. 2005’te günübirlik olarak gitmiştim bu festivale, bu sene çadırımızı kurup matımızı serip üç buçuk gün geçirdik. “Çadır” kültürü olmayan bir insan olarak bu festivalle birlikte hayatıma “Mat” gibi, “Uyku tulumu” gibi kavramlar girdi. 

Festival alanından, konserlerden önce bu alanın çevresinden bahsetmek istiyorum. Ne para kırıldı arkadaş. Evde yapılmış, dilimi 1 liraya satılan kekler mi dersin, “Poğaça-Biber-Domates”ten oluşan 2 liralık kahvaltı tabakları mı dersin. Tam bir panayır havası var idi festival alanının dışında. Yerel halka, esnafa güzel bir ekmek kapısı olmuş bu olay. 

Alana girişteki arama faslı ilk gün sıkıydı gözlemlediğim kadarıyla, sonra tamamen göstermelik bir hâl aldı. Yiyecek içecek sokmaya çalışan çakalların çantalarından çıkan gofretlerin, şişelerin vs. girişin kenarına çöp muamelesi görerek atılıp yığılması çok saçma idi bunu da belirtmek isterim. Bu ne lan açılmamış güzelim gıdaları fırlattılar resmen. Neyse. 

Kamp alanı da işte tahmin edilebileceği gibi irili ufaklı bir ton çadırın yuvalandığı bir yer. Burada yeşil tişörtlü “Crew” elemanlar var, çadırını kuramayan yüzde doksan dokuzluk bir kesime yardımcı oluyorlar, otomatiğe bağlamışlar iki dakikada yerleştiriyorlar insanları oraya. Güzel bir şeydi bu. Bunun dışında, alan beklemediğim derecede kalabalıktı. Başka bir numarası yok işte. Gündüzleri burada vakit geçirmek olanaksız diyebilirim. İkinci gün acemilikle bunu yaptık, hayata küstük. Daha sonra çoğu insan gibi Akçay’daki “Olivecity” adlı klimalı güzide ortamı keşfettik.  

Tuvaletler. Evet tuvaletler. “Boxi” firması tarafından tedarik edilmiş ismiyle müthiş bir uyum sağlayan bu kabinler festivalin en kötü yanıydı kesinlikle. Böyle pislik, böyle kepazelik görülmedi efendiler. 50 kuruş veriyor insanlar ayrıca bu kabinlere girme şerefine nail olmak için. Pek çok insan da bu onuru yaşamak istemediğinden ötürü kamp alanında bir “Pet şişe” furyası vardı ki daha iyi anlamak için en üstteki çizime bakabilirsiniz, Zeytinli Rock Fest için tasarladığım naçizane afiş. Festivali özetlemek için son derece uygun olduğunu düşünüyorum.

Deniz ise Kuzey Buz Denizi’nin Zeytinli şubesi idi. Ağız tadıyla yüzmek mümkün olamadı. Girdiğim an “Mngtnskym” sesleriyle çıkmak durumunda kaldım. Bu ne soğuk arkadaş.

Yiyecek içecek olayı da “Fiyat / Performans” açısından başarılı bulduğum yegâne şey diyebilirim alanda. Fazla uzatmaya gerek yok, ekmek arası şeyler, kutu içecekler, hepsinin fiyatı uygun, çoğu afiyetle yenebilir. Öyle. 

Birbirinden berbat bilgisayarlara sahip bir Internet Cafe, “Dert Etme Şarj Et”i “D.E.J.E.” şeklinde kısaltmayı başarabilmiş insanların işlettiği bir telefon şarj paneli, tipik genç tişörtleri satan bir mekân, simit ve kontör satarak kendine fantastik bir ticari yol çizmiş bir amca da, festival alanındaki adını anmadan geçemeyeceğim yerler.

O değil de konserler? Vallahi hesapta konser izlemeye geliniyor buraya da, benim için çoğu grup fon müziğinden farklı bir etki yapamadı. Moğollar, Pentagram ve Ogün Sanlısoy’u adamakıllı izledim o kadar. Gerisine hep “şöyle bir baktım”. Son gece orada olmamayı tercih ettik, Ayvalık’a gittik, buna yanıyorum. Aslında konser veren en izlenesi insanlardan Nev, Yüksek Sadakat ve Kurban o gece çıktı. Kaçırdık. Sağlık olsun. Bir dahaki sefere. Hayko Cepkin’i daha fazla görmek isterdim, onu da fazla izleyemedik. Tiamat çıktığında ise ben ayakta uyuyordum. O da bir kayıp oldu. Kısacası, konserlerden pek verim alamadım. Aldığım kadarını da gayet başarılı buldum. Seneye gelirsem her konseri izleyeceğim yeminliyim.

Bu kadar. Kassam daha her şeyini yazarım da, çok uzattım galiba. Son sözüm şudur ki; gidin arkadaşım bu festivale, güzel. Gündüzleri çıkın gidin dolaşın. Olivecity iyidir. Akşam vakit güzel geçecektir. Güzel şeyler bunlar. Görmek lazım.


Yukarıda da festival alanının kabataslak bir krokisini görebilirsiniz. Aklımda kaldığı şekliyle çizdim. 

s.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Hey..


Efendim uzun sayılabilecek bir ara vermek durumunda kaldım. Elimde değil. Internete girmemin, yazmamın, çizmemin mümkün olmadığı bir ortamda bulunmaktaydım. 

Pek yakında "Zeytinli Rock Fest 2008" çizimleriyle, izlenimleriyle karşınızda olacağım ben.

s.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Öylesine..

"Öylesine" çizdiğim birtakım şeyler. Eleştiriye açık değiller. Çizim süreleri takriben iki dakikadır. Buyrunuz efendim.