28 Mart 2009 Cumartesi

Konusuz 2..


Merhabalaar, iyi akşamlaar. Nasılsınız? Ben ölüyorum da. Öksürmekten yoruldum, usandım. Hâl böyle olunca kafam da yeteri kadar verimli çalışmıyor. O yüzden bu geceyi ikinci konusuz yazıma ayırıyorum izninizle.

Ne diyordum işte, hastayım. Acılar içerisinde kıvranıyorum. Bunun sebebi de muhtemelen Ankara'da Eymir Gölü'ne yaptığım yersiz ziyaret. Aslında ziyaretin yersiz olmasından ziyade, benim olumsuz hava koşullarına karşı aldığım tavır yersiz idi. Nedense havanın güzel olacağı, bahardan kalma neşeli bir gün geçireceğimi hayal eden bendeniz; kazağımın üstüne  polar giymeye karar vererek ölüm fermanımı imzaladım adeta. Yalnız bunu anneme söylemedim, okuyor bi de bunları. Buradan hepinizin huzurunda annemden özür diliyorum "Yavrum sıkı giyin." ikazlarına kulak vermediğim için.

Hasta olunca kırk çeşit ilaç almak durumunda kaldık tabii. Yok efendim Sudafed içecekmişim de anında geçecekmiş, pastil alırsam bir şeyciğim kalmazmış. Ne oldu? Neden bu haldeyim şimdi sorarım sizlere? Bunun üzerine ben de  ismini okuyamadığım "Xcdfeererged", "Htylmcnnhsed" gibi birtakım antibiyotik ilaçlardan medet ummaya başladım. Henüz sonuç almış değilim.

Neyse o değil de, İzmir'e geldim oy kullanmaya. Yarın ilk kez oy kullanacağım. Üç tane zarf, beş tane pusula olacakmış bilmem ne, ilk seçimimde zorlu bir sınav vereceğim anlaşılan. İlçemin belediye başkan adaylarını da dün öğrendim, çok bilinçli bir seçmenim yani. Belirtmeden geçemeyeceğim, MHP'nin Konak belediye başkan adayı; Biri Bizi Gözetliyor evinden "05 Tülin". Evet.

Seçimler öncesi Muhsin Yazıcıoğlu ve ekürisi de helikopter kazası sonucu vefat ettiler biliyorsunuzdur. Kendisinden pek hazzetmezdim ancak yine de çok trajik bir ölüm olduğunu kabul etmek lazım. Ben de kırk yılın başı evime gelmişim, televizyon izleyeyim diyorum. Bütün kanallarda Muhsin Yazıcıoğlu'nun "Üşüyorum" adlı manzum eserini "Sanki ölümü hissetmişti..." anonslarıyla dinliyorum. Kısmet.

Bugün aslında "Hafif Tarih"e koyacaktım bir şeyler, ama kısmet olamadı. Açtım yazmaya başladım, yine Hitler mitler bir şeyler diyorum, ancak ne yazık ki kafam çalışmıyor. Yapamıyorum. Bunun için bana "Hani lan savaş?" diyen tek tük okurlarımdan özür diliyorum. Bu arada orada soramıyorum, burada sorayım; güzel bir şey oluyor mu sizce bu tarih muhabbetleri? Yapıyoruz böyle bir şeyler ama haybeye yapmıyoruz di mi? He? Bu arada ilk başlarda müthiş bir gazla iki günde bir yazı ekliyordum oraya ama, gördüğünüz üzere hızım kesildi. Ama devam edecek. Belli bir sisteme oturtmayı düşünüyorum. Mesela haftada bir ya da iki gün, ama belirli günlerde yazı koymak gibi. Yapacağım bunu. Ama Ankara'ya dönünce. İyileşince. Vallahi beynim durdu bu aralar.

Zannedersem lafı çok uzattım. Kusura bakmayın. Sözlerimi burada bitirirken, yarın benim gibi ilk kez oy kullanacak tüm  okuyanlara şans diliyorum. Umarım ki kıl meclisi, tüy meclisi diye bin bir çeşit oy pusulasının altından alnınız ak çıkarsınız. Şimdi ben gidiyorum. Nereye mi?  gidip Corel Painter programının CD'sini bularak evdeki masaüstü bilgisayarıma yükleyeceğim, yukarıda gördüğünüz çizimi yapıp buraya koyabilmek için. Sizi düşünüyorum! Esen kalın!

s.

24 Mart 2009 Salı

Anı 9: Resim..


Sene 2001. Bendeniz ilkokulu yeni bitirmiş, ortaokul hayatına adım atmış, kendi halinde bir talebeyim. İlkokulda sınıfın iki "çalışkan"ından biriyken, ortaokul hayatına adapte olabilmiş değilim. Her derse başka hoca girmesiyle talebelik hayatımda bir sarsıntı yaşıyorum. Akranlarımın aksine; fen bilgisi olsun, matematik olsun, pek başarılı sonuçlar alamıyorum.

Bir de resim dersi var tabii. Resim dersimize ismini zikretmek istemediğim, cadaloz bir karı giriyor maalesef. Öyle ki, benim gibi resim sanatına az çok ilgi duyan birini bile bu dersten nefret eder hale getiriyor. Dur durak bilmeden her hafta çılgın ödevler veriyor, kâh kolaj çalışması yaptırırken kâh kedi merdiveni adlı fantastik çalışmayı yaptırıyor. Bununla da yetinmeyip, her hafta resim dosyamızı getirip getirmediğimizi kontrol ediyor. Kısacası resim dersini külfet haline getiriyor.Genelde kitabını defterini tam getiren, ödevlerini az çok yapan, vasatın üstünde bir talebeyim o dönemler. Ancak resim dersine gelince, pis karının dayatmalarından tiksiniyor, hiçbir şey yapmadan derse geliyorum. Her hafta farklı bir bahane. Anlayacağınız, resim hocamla aram limoni.

Dönem sonuna geldiğimizde, hepimizi karne heyecanı sarıyor tabii. "Olm fen 4 gelecek ama takdir alırım.", "Hoca 100-100 verse, sosyalci 5 verse." diye boş geyikler yapıyorum tıpkı tüm sınıf arkadaşlarım gibi. Nihayet dönem sonuna geliniyor, öğrenciler bahçede toplanıyor, öğretmenlerimiz karnelerimizi dağıtıyor. 

Adım okunuyor. Büyük bir neşeyle karnemi elime alıyorum. "Takdir alırım ya kesin." diye düşünüyorum. Ancak karneyle birlikte elime başka bir belge geçmiyor. "Herhalde hocada kaldı unuttu vermeyi." diye düşünüyorum. Heyecanla başlıyorum notlarımı okumaya sırayla. Matematik 4. Sosyal Bilgiler 5. Fen Bilgisi 3. Hmm iyi gidiyor. Beden Eğitimi 5. Derken sıra resim dersine geliyor.

Resim dersinden 1 almışım.

Efendim düşünün halimi. Hemen her arkadaşım okul içinde sergilediği erdemli davranışlardan ve derslerindeki gayretten ötürü takdir belgesi, hiç olmadı teşekkür belgesi almış. Ben ise ilkokuldaki pırıltılı dönemlerimin ardından elime geçen ilk "ciddi" karnede, resim dersimin 1 gelmesinden dolayı ellerim bomboş kalıyorum. Hâl böyle olunca, bu sinir bozukluğuyla gözyaşlarıma mani olamıyorum. Etrafımda teselli dolu yüzler beliriyor. Bunlardan biri de rehberlik öğretmenimiz. "Konuşmak ister misin?" diyor, gözyaşları içerisinde "Hayııgrh." diyorum. Takdir dolu ellerin arasından hızla sıyrılarak kendimi sahile atıyor, İzmir Körfezi'ne haykırıyorum isyanımı.

Efendim işte böyle. Gördüğünüz üzere ortaokul hayatım son derece trajik start aldı. Peki ya sonra ne oldu? İkinci dönem daha dikkatli davranarak resim dersinden 5 aldım. Altıncı sınıftan sonra sevgili resim öğretmenimizi yalnızca 2004 yerel seçimlerinde sandık görevlisi olarak gördüm, yüzümü çevirdim. Ayrıca o günden sonra büyük bir hırsla resim dersine asılarak bugünlere geldim. Yok lan bu son kısmı yalandı. Neyse. Esen kalın!

s.

16 Mart 2009 Pazartesi

Juan Antonio..

Merhabalar. Bugün hiç tarihmiş Roosevelt'miş okuyasım anlatasım yok. Ben de eski dostumla bir hasret gidereyim dedim. Nasılsınız, iyi misiniz? Yeni bloguma giriyor musunuz? Teşekkürler teşekkürler.

Efendim ben dün Vicky Cristina Barcelona'yı seyrettim. Javier Bardem kasıla kasıla güzelim hanımları götürüyordu. İzlerken neden bir Javier Bardem olamadığımı sorguladım. Aslında suç bende değil, şartlar buna izin vermiyor. Bir Javier'in, yani filmdeki adıylaJuan Antonio'nun hayatına bakıyorum; sonra da kendi hayatıma. Tatsız sonuçlar çıkıyor ortaya.

Bir kere baştan kaybediyorum. Juan Antonio yaşamını Barcelona'da sürdüren bohem bir ressam. Ben ise Ankara'da öğrenciyim. Evet. Efendim filmin ilk sahnelerinden birinde Juan Antonio, filme ismini vermiş iki güzel kızımız Vicky ve Cristina'nın yanına gidiyor, "Selam ben Juan Antonio. Haftasonu Oviedo'ya gidiyorum heykel incelemeye, uçak da ayarladım. Siz de gelin. Yer, içer, sıçarız. Akşam da cima ederiz otelde ehe ehe." diye lafa dalıyor.

Gönül istemez mi ki ben de böyle özgüvenli, böyle rahat, böyle karizmatik bir insan olayım. Ama şartlar izin vermiyor. Şimdi benzer durumda beni düşünelim. Misal, Ceren'le Ayşe olsun kızlarımızın adı atıyorum. Sorarım size, ne vadedebilirim ben bu kızlara? Polatlı'ya mı götüreceğim kızları? Peki ya neyle gideceğiz; "Polatlı Turizm" servis araçlarıyla mı? "Selam ben Sinan. Haftasonu Polatlı'ya gidiyorum, otobüs de ayarladım. Siz de gelin. Yer, içer, sıçarız. Akşam da cima ederiz pansiyonda ehe ehe.". Sizce bu diyalogla Ceren ve Ayşe'yi ikna etme şansım nedir? Benim de "Ceren Ayşe Ankara" diye film çekebilme ihtimalim yüzde kaçtır? Evet tahmin ettiğiniz gibi sıfır.

Oh ulan içimi döktüm be. Kısacası, ben dün filmi izlerken Juan Antonio'nun, benim asla sahip olamayacağım hayatını imrenerek izledim. Sonuç olarak da kendimde hiç suç bulmadım. Belki ondan biraz daha fazla göbeğim olabilir. Ama bu sorun değil. Gerçekten. Juan Antonio gibi ressamlar Barcelona'da muhteşem evlerinin bahçelerinde resimler çizerken, daha çook Vicky'ler Cristina'lar götürecekler. Ben ve benim gibiler ise YURTKUR'dan kredi alıp kantinde köfte ekmek yedikçe zincirlerini kıramayacaklar. Kurallar böyle.

Esen kalın!

s.

1 Mart 2009 Pazar

Spor..


Bir haftalık ayrılığın ardından merhabalar efendim. Geçtiğimiz bir haftada neler yaptınız bilmiyorum; ama ben spor salonlarına merhaba dedim. Totalde üç kez falan gittim. Gezdim, gördüm, geldim sizlerle paylaşıyorum.

"Spora gidelim." fikri sanırım benim gibi tüm lavuk okurlarımın da yemek masasında dillendirdikleri bir mesele. Çılgınlar gibi yenilen yemeğin verdiği vicdan azabı, sofrada bu konunun açılmasını ne yazık ki kaçınılmaz kılıyor. Yemeklerimizi bitirip, göbeklerimizi yayarak manda gibi otururken hangimiz "Hacı aslında spora gitmek lazım be. Şu göbeği eritelim." gibisinden dahiyane önerilerle gelmiyoruz ki arkadaşlarımıza? Ya da hangimiz bu önerileri coşkuyla karşılayarak "Evet abi iki günde bir gitsek yaza kalmadan sıkılaşırız." demiyoruz? En azından ben diyorum. Yaklaşık 3-4 aydır her yemeğin akabinde gündeme gelen bu müthiş teoriyi, bu hafta içinde pratiğe dökmenin mutluluğu içerisindeyim.

Spor salonu ilginç bir mekân. Aletlere bakınca, onların dünyayı ele geçirmeye falan yaradığını düşünüyor insan. O derece komplike gözüküyorlar. Oysaki sadece bacağın arkasındaki bir kası çalıştırdığı anlaşılıyor yakından bakınca. Ben bu korkunç aletlere yaklaşmadım tabii ilk aşamada, gözüme en sevimli gelen "Cardio" aletleriyle haşır neşir oldum. Cardio dedik diye bir bok sanmayın, koşu bisikleti işte, pedal çeviriyorsun. Karşısında da kaç kalori yaktığını gösteren elektronik bir düzenek var. Oyun gibi bir şey. Sanırım tek eğlenceli alet de bu.  

Tabii herkes benim gibi düşünmüyor, bir aletten diğerine çılgın gibi koşuyor. Pek çok türden, pek çok boyuttan insan görmek mümkün. Örneğin; hayvanlar gibi spor yapıp şişmeyi kendine şiar edinmiş, bu işe gönül vermiş, protein tozu falan kullananlar. Spor salonunun duvarlarını süsleyen heykel gibi adamlardan olmak istiyorlar. Onlardan aldıkları bayrağı, büyük bir azimle taşıyorlar. Lafı açılmışken, o duvarları süsleyen adamların altında neden "Train smart...", "Eat right..." gibisinden sözler yazılıyor. Ulan sanırsın olağanüstü bir vecize söylemiş herif. Sanırsın büyük bir fikir adamı. Hayret bir şey. Neyse. Bunun dışında bir de bildiğin "şişman"lar var. Onların hali daha vahim. Kası ması geçmişler üç beş kilo vermenin hesabını yapıyorlar. Bu arkadaşlara başarılar diliyorum.

Neyse efendim spor salonlarından ilk izlenimlerim bunlar. Gönül ister ki benim spor maceram da devamlılık kazansın. Sizlere veda ederken önemle vurguluyorum: "Train smart, eat right, sleep ten hours a day."

s.

Not: Efendim ben yeni blog açacağım. Yakında. Belli bir konsept üzerine. Bakalım. Bunu da belirteyim dedim. Biraz onunla uğraşayım ben. Haydi görüşürüz!