29 Ocak 2009 Perşembe

Haberler..

Merhabalar efendim. Sizlere İstanbul'un Kurtuluş semtinden, "Umut Internet Cafe"den sesleniyorum. Çünkü an itibarıyla daha iyi bir seçeneğim yok. Yanımda beş yaşında bir çocuk CS oynuyor, bir yandan da karşı bilgisayardaki arkadaşına "Zevk vermiyor artık ya ehi ehi." diye kinayeli sataşmalarda bulunuyor.

İstanbul izlenimleriyle ilgili birtakım çizgilerle bezenmiş uzun soluklu bir yazımız olacak, fazla ayrıntıya girmeyeyim şimdi. Çizme imkanım olmayınca yazmaktan hoşlanmıyorum pek. Sol tarafa da geçen yaz çizdiğim, hatta blogun "önsöz"ünde kullandığım bir çizimi kakaladım.

Bir şeyler yazıp çizmeye açım diyebilirim. Böyle triplerim pek yoktur aslında ama cidden bir şeyler yapmak istiyor canım.

Pazar günü görüşeceğiz.

s.

23 Ocak 2009 Cuma

Tabu..


Gençlerin birtakım ortak eğlenceleri oluyor. Ne bileyim; içki içelim, sinemaya gidelim, Facebook'a girelim yorumlar yazalım gibi. Bu yaygın genç eğlencelerinden biri de Tabu oynamak. Tabu'nun ne olduğunu açıklattırmayın bana şimdi, kısıtlı okur kitlemin yaş ortalaması 18-19 civarında zaten; onlar da eminim ki biliyorlar bu güzide oyunu.

Biz de genç çocuklarız tabii. Yeri gelince biz de Tabu oynuyoruz. Ama ben pek beceremiyorum. Her ne kadar oynarken gülsek eğlensek de, anlatma sırası bana gelince afakanlar basıyor, hafif hafif terlemeye başlıyorum. "Ne var lan bunda oyun bu." demeyin şimdi, ben böyle bir insanım. Şu oyunda gerilmeden yapabildiğim tek bölüm çizerek anlatma kısmı. Ne zaman oyunda anlatma sırası bana yaklaşır, ben orada imana gelirim. Orada dua etmeye başlarım, "Tanrım" derim, "Çizerek anlatayım ne olursun, yardım et ne olur."

Genelde de kabul olmuyor dualarım ne yazık ki. O kırmızı kartlar geliyor elime, kum saati çevriliyor ve tüm gözler üzerime çevriliyor. Ben ise saçmalamaya başlıyorum. Kelimenin ne olduğu pek farketmiyor. Şemsiye olsun atıyorum. Bakıyorum yasak kelimelere, ulan adamlar anlatmama imkan tanımamış ki. "Yağmak" koymuş, "Yağmur" koymuş, ne bileyim koymuş işte bir şeyler. Ben başlıyorum anlatmaya; "Ya hani şey olur  da şeyini yaparsın açarsın şey işte olur ya şey yani hani." şeklinde. Boş bakışlarla beni izliyor oyun partnerlerim, acıyan gözlerle. Ben terliyorum, kumlar dökülüyor. Ben saçmalıyorum, kumlar dökülüyor. İkinci kartı açıyorum titrek ellerimle, o da "Araba" olsun misal. Ben şemsiyeyi nasıl anlattıysam, arabayı da aynı şekilde anlatıyorum; "Ya işte şey hani şey yaparsın binersin, lan binmek dedim böhöühühü." şeklinde bir tokat daha yiyorum. Kumlar dökülüyor, süre bitiyor. İçimde buruk bir sevinç var. Cehennem azabı gibi geçen bir dakikanın bitmiş olmasının verdiği sevinç, takım arkadaşlarımı hayal kırıklığına uğratmanın üzüntüsüyle yoğruluyor.

İşte böyle efendim. Artık yazılarımı devamlı takip edenler içlerinden "Gerizekalı lan bu." diye geçirmeye başlamışlardır. Zira on yazıdan dokuzunun içi "Ya ben yapamıyorum of :(" şeklinde serzenişlerle dolu. Ama çizerek anlatabiliyorum. Valla bak. Çizerek anlatma gelsin görürsünüz siz.

s.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Anı 6: Kredi..


Bir önceki yazımızda verdiğimiz sözü tutuyor, altı numaralı anımızla devam ediyoruz. Konumuz kredi. Nedir kredi? "Kredi ve Yurtlar Kurumu" adlı değerli müessesenin, isteyen üniversite öğrencilerine verdiği aylık 180 Liralık bir meblağ. Tabii babalarının hayrına vermiyor adamlar, okul bitince fazlasıyla alıyorlar.

Efendim bu krediyi alabilmek için bir senet imzalayıp bunu KYK müdürlüğüne teslim etmek gerekiyor. Bunu da belirli bir zaman aralığında yapmak lâzım geliyor. Ancak duyarsız bir öküz olan bendeniz, bundan son teslim gününün akşamı haberdar olabildim. Panik ve sinir içinde geçirdiğim o akşam, "Ulan ertesi gün teslim ederim yaa, bir şey olmaz." sonucuna vararak güzelce uyudum. Kim bilebilirdi gerilim dolu, çılgın bir güne uyanacağımı.

Uyandım. Derse gitmeliyim. Dersten sonra da gidip kredi işlerini hallederim. Kafamda bunlar var. Teoride gayet güzel. Ancak o da nesi? Aylardır teklemeyen emektar telefonum, o sabah, belki de kendisini aldığımdan beri bana en gerekli olan günün sabahı, çalışmamaya karar veriyor. Şuursuzca telefonla uğraşırken bir an gözüm pencereden dışarı kayıyor. Oha? Her taraf bembeyaz. Kar. On sekiz yıllık kısa ömrümde gördüğüm ilk karın tadını çıkaramıyor; onun yerine telefonumun kafasına vurarak, "Çalışsana mngtnstktsmrsghh." diye anırarak karşılıyorum bu güzel Ankara sabahını.

Derse gitmekten vazgeçiyorum. PTT vasıtasıyla telefon kullanarak, yapmam gereken işlemleri öğreniyor; noter bulmak üzere yollara düşüyorum. Yollar kar. Ayaklarım karlara gömülüyor, ben "Noter?" diyorum. İnsanlar kartopu oynuyor, ben "Nokia?" diye düşünüyorum.

Kızılay'a gidip bir noter buluyorum. 18. Noter. İçeride üç adam var. Bu üç adamın görevi önlerindeki kağıtları ışık hızının ötesine geçerek damgalamak. İfade yok, tepki yok. Damga var. Korkarak birinin yanına yaklaşıyor, senedimi alıyorum. İmzalamalıyım. İmzalarken yukarıdaki "12 bin küsür Lira borçlandığına dair..." diye ilerleyen kısmı görüyorum. Ellerim titriyor. Filmlerdeki şirketini silah zoruyla devreden adamlara dönüyorum. İmzalıyorum. 33 Lira. Sıradaki adres: Cebeci, Kredi Yurtlar Kurumu Müdürlüğü.

Cebeci, dünyalar güzeli Ankara semtlerinden yalnızca biri. Zorluklarla buraya ulaşıyor, yine zorluklarla KYK Müdürlüğünü buluyorum. Bu esnada "Kontörlü telefon.", "PTT." gibi kavramların da hayatımın bir parçası haline geldiğini söylesem, belki bir nebze anlarsınız çilekeş halimi.

Efendim öyle ya da böyle bir şekilde teslim ediyoruz senedimizi içeride. Daha sonra KYK'dan çıkıp KVK'ya gidiyor; bir lokma ekmek bekler gibi telefon bekleyen yüzlerce mağdurun arasından telefonumu tamire veriyorum.

Haftalar geçti; telefonum düzeldi, krediyi de almayı başardım. Emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım. Esen kalın.

s.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Konusuz..


Selamlar efendim nasılsınız? Yukarıda yurt odamdan el sallıyorum size görüyorsunuz. Bu kez kafamda bir konu belirleyip onun üzerine bir şeyler yazıp çizmiyorum. Oturuyordum işte demin, fark ettim ki bugün 14 Ocak ve tamı tamına dokuz gündür siz değerli takipçilerimi mahrum bırakmışım yazılarımdan ve çizgilerimden -hmm. Yazayım bir şeyler dedim. Ama an itibarıyla konu üretecek enerjiyi bulamıyorum kendimde. 

Efendim bugün "Fantasyland" adlı atari salonuna gittim Kızılay'da. Oraya gidince kendimi kaybediyorum, "kanca" anılarımı bilen bilir. Bir de gördüm ki elektronik bateri gibi bir şey koymuşlar oraya. "Guitar Hero" gibi bir şey, zamanında doğru davula vuruyorsun falan. Alışınca eğlenceli, ama oyunda birbirinden adi japon şarkılarıyla oynamak zorunda olmamız biraz sıkıcı. Tavsiye ederim.

Oyun demişken, "Football Manager 2009" oynuyorum bir de. Ben "CM 01/02"den beri böyle menajerlik oyunlarını pek severim. Hâtta dur lan, benim o oyunla ilgili eğlenceli bir anım da var, ayrı bir yazı olarak patlatırız sonra ziyan etmeyeyim şimdi. Her neyse, kolaya kaçan bir insan olarak "Real Madrid"i aldım, kazanıyorum maçları haliyle. Bu oyunda bir tek benim "Abi Bayburtspor'u on beşinci ligden aldım şampiyon yaptım." gibi anılarım yok sanıyorum. Ben zora gelemiyorum arkadaş.

Bir de bu "Yemek.." yazısından sonra ben yine kararlar aldım; iki gün kadar yediklerime dikkat ettim, yürüyüşler yaptım. Sonra "Ali Nazik kebabı", "Hanımeller Çokodamla", "Kıymalı pide" gibi kavramlar girdi bir şekilde hayatıma yeniden. Olmadı yine. Olamadı. Bu arada "Yemek" yazısını kimse sallamadı lan. Bir tane yorum gelmez mi? Yüzsüz gibi Facebook'tan bile mesaj attım. Evet açıkça sesleniyorum sevgili okuyanlar; eğer oradaysanız, bu satırları okuyorsanız, arada yorum yazın lan? Hayret bir şey. Yüz kişi indirmiş bir teşekkür eden yok. Paylaşımdan soğutuyorsunuz insanı. Emeğe saygı.

Neyse efendim böyle. Birazdan uyuyacağım, sabah dersim var. Öylesine bir yazı oldu bu da. Ara sıcak. Bundan sonraki ana yemeğimizin başlığı "Anı 6: Kredi.." olacak. 

İyi geceler dilerim.

s.

4 Ocak 2009 Pazar

Yemek..


2009'un ilk yazısına hoşgeldiniz efendim. Başlığı ve yukarıdaki çizimi görünce tahmin edebileceğiniz gibi bugünkü konumuz yemek. Nasıl yemek? Çok yemek. Okuduğunuz iki satırlık kısmı yazdıktan sonra yurdun kantinine inerek tıkınacak bir şeyler almam bile bu konuda yazacaklarımı az çok gözler önüne seriyor. Şu hayatta en çok nelerden zevk alırsın deseler; ilk sıraya yemek yemeyi, ikinci sıraya da uyumayı hiç tereddütsüz koyacak bir dallamayım.

Arkadaş sabah kahvaltısında bir ekmek yenir mi? Bir dilim, bir parça değil efendiler; bildiğiniz "bir adet ekmek". Ben böyle bir çocuktum. Sabah bakkala gidilir, iki ekmek alınırdı. Biri benim içindi, diğerini de diğer aile fertleri aralarında paylaşırlardı. Yok lan abartmayayım, her sabah bir ekmek yiyecek kadar öküz değildim; ama haftada en az bir kez yapardım bu kutsal ayini. Ekmekle yediğim şeyin de "Şokella" olması durumun vahametini gözler önüne seriyor. Zaten bu blogdaki ilk yazının başlığının "Şokella sektörü.." olması tesadüf olmasa gerek.

Bu kötü günler "kısmen" geride kaldı diyebilirim. Hani en azından bir ekmek yemiyorum. Ama hâlâ yakamı "Albeni", "Rodeo", "Probis", "Biskrem", "Hanımeller" gibi kavramlardan kurtarabilmiş değilim. Burada bozuk parayla çalışan abur cubur otomatları olduğu sürece de kurtaramayacağım aşikar. Cüzdanımda bulduğum her bozuk parayı "Ehihe yüüz, iki yüüz, iki yüz elliii." diye sayarak bu aletin kollarına bırakıyor, şuursuzca yemeyi sürdürüyorum.

Hani yersin, genç çocuksun, olur böyle şeyler. Ama insan olan ne yapar? Atalarımızın icat ettiği güzide spor dallarından kendine uygun bir tane seçer, o doğrultuda çalışmalar yapar, yiyerek aldığı kalorileri bir nebze olsun yakar. Di mi ama? Ancak sportif faaliyetlerde yaşadığım hüsranları da bilen bilir. Hâl böyle olunca vücuttaki yağ oranının artışı da kaçınılmaz oluyor. 

Bende de artıyor tabii ki bu yağ oranı. Yukarıda görebileceğiniz gibi size banyomun kapılarını da açtım. Bu "yağ artışı" ile insanın en trajik yüzleşmesi banyoda oluyor. Bendeniz genelde banyo yaparken hep bunları düşünür, hayallere dalarım. "Oha lan göbeğe bak.", "Ohaa.", "Of." gibi iç sesler suyun şırıltısına karışır, ben hüzünlenirim. Çıkarım banyodan, incelerim bir süre vücudumu. Bazen bu hislerimi annemle paylaşıyorum, "Oğlum yukarıdan bakınca herkes öyle gözükür." diye acımasızca kandırıyor beni. 

Bu gerçeklerle yüzleşince de ara sıra birtakım kararlar alırım. "Evet. Artık sağlıklı besleneceğim. Ekmek yok! Çokella, bokella gibi tatlılar yok! Spor yapacağım! Koşacağım! Yürüyeceğim!". Daha sonra 1 (Bir) gün süreyle bu kararlarımı hayata geçiririm. "Elma" falan yerim, yürürüm, kendimi o kadar güzel kandırırım ki bu tatlı rüyadan uyanamam. Sonra ertesi gün, hatta belki de o günün akşamı- dost meclislerinde yemek sofrasına otururuz. "Ulan şimdi yiyeyim yarın daha sıkı devam ederim."  der bir yanım. "Hayır lan istikrarlı olmalıyım, yemeyeceğim!" der diğer yanım. Diğer yanımın kazandığına henüz şahit olmadım. Ertesi gün daha sıkı devam edildiğine de.

İşte böyle dostlarım. Aslına bakarsanız iki üç sene öncesine göre oldukça kilo vermiş durumdayım. Ancak şu anki yemek yeme tempoma bakarak eski günlerin çok da uzak olmadığını fark ediyorum üzülerek. Bu farkındalık yazdırdı bana bu "karıgibi" serzenişleri. Mazur görün. 

s.