26 Ekim 2009 Pazartesi

Disko Kralı..


Dün bu saatlerde, karşımda Fatih Ürek dans ediyorduk. Biraz bundan bahsedeceğim size.

Güzide radyo topluluğumuzun düzenlediği etkinlik sonucu, cumartesi sabahı toplaştık doluştuk otobüse, İstanbul'a gittik. Disko Kralı'na konuk olmaya. Aslında ben zaten bu günübirlik aktiviteden iki gün sonra yeniden İstanbul'a gideceğim için pek yanaşmadım başta. Ama karaktersiz bir insan olduğum için "Hadi beaaaaooluum." diyen dostlarımın iki ısrarına kandım. Atladık gittik.

Şimdi benim doğru dürüst İstanbul bildiğim yok. Topululuğun geneli de benimle aynı durumda. İşte o anlarda bir tiyatro oyunu başladı efendim aramızda. Nasıl anlatayım ki size bunu? Kimse bir bok bilmiyor aslında ama, herkes "Aslında bir şeyler de biliyorum."u gösterme çabasında. Biri yandan "Buradan Beşiktaş'a gidilir ya yürüyerek şuradan sağa döneceksin." diyor, diğeri "Evet abi haklısın şuradan da Taksim'e gidiliyor." diye karşılık veriyor. Boş bir muhabbet. Hani ben de yapıyorum yere gelince. Anlatabildim mi lan? Anlatamadım di mi. Neyse işte; Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş bizler, orada İstanbul'la alâkalı yalan yanlış bilgi kırıntılarımızı serme yarışına girdik niyeyse.

Gündüz İstiklal mistiklal yardırmanın ardından, akşam saatlerinde de İkitelli'deki Kanal D binasına giriş yaptık. Biz 2-3 kişilik bir arkadaş grubu olarak minderlerin üstüne yayılarak sırtımızı da kürsü gibi bir şeye dayayarak oturmayı başardık. Bu sırt dayama kısmı çok önemli. Stüdyoda 3-5 kişinin yapabildiği bir olay. Resmen götümüzden bal akıyordu yani. Bütün zavallı dostlarımız gecenin 4'üne kadar kıvranırken, bizim ayılar gibi yayılarak programı takip etme şerefine nail olmamız aslında üzücü bir durum oldu. Hepsine "Kusura bakmayın." diyorum buradan.

Canlı yayın da kolpa bir işmiş tabii. Onu da görmüş olduk. Ama şimdi "Valla aslında her şey bir oyun. Hiç televizyonda göründüğü gibi değil." tadında bir geyiğe girmek istemiyorum. Kısa kesiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim, stüdyo çok küçük be kardeşim. Değil yani gözüktüğü gibi. Valla değil.

Tabii stüdyoda ayı gibi yayılınca açığa çıkan enerjimizi yönlendirecek başka alanlar bulduk biz de. Başlangıçta Sylvie Vartan çıktı. Şimdi bu çok ünlü bir kadınmış aslında, programda baktım Beatles'la falan resimleri var. Biz ayı olduğumuz için hiçbirimiz bilmiyorduk ne yazık ki. Bizi aştı ilk konuk. İkinci konuk ise, bizim seviyemize daha uygun bir isimdi: Fatih Ürek. Fatih Ürek eşliğinde danslar ettim dün. O söyledi biz oynadık. Ayağa kalktım. Eşlik ettim. El çırptım. Fatih Ürek'le yaptım bunları. Aramızda bir iki metre vardı dün onunla. Fatih Ürek'le.

Efendim programın geri kalan kısmında da Rasim Öztekin'den Volkan Baydar'a; pek çok gerçek sanatçıyla birlikte olduk. İşin düşündürücü kısmı ise, bu yazıda şu ana dek 5 kere ismini zikrettiğim Fatih Ürek kadar derin iz bırakmamaları oldu bende. Yok lan aslında Volkan Baydar çok iyiydi. Rasim Öztekin desen şahane adam zaten. Orkestra desen yardırmış. Gülün eğlenin diye yazıyorum öyle, o kadar öküz değilim aslında. Ama... Fatih Ürek ama yani. Dikkatinizi çekiyorum. FATİH ÜREK.

Başka? Başka da bir şey olmadı ya herhalde. Zaten benim tek söylemek istediğim Fatih Ürek'le aynı havayı solumuş olmamdı. Sonra da programdan çıktık ıslak hamburger yedik. Islak hamburgeri Bambi'de veya Kızılkayalar'da yiyeceksin abi, biliyorum yani ben. Biliyorum İstanbul'u.

s.

22 Ekim 2009 Perşembe

Münazara..


Şimdi 10 gündür yokum tabii ama, sorun bakalım niye yokum? İşim var çünkü. Hayatıma yeni bir renk kattım. Münazaraya başladım. Münazara dediysem, biz arkadaşlar arasında "Debate" diyoruz. Yani bildiğin okunduğu gibi. Debate. Münazaracıya da debatör diyoruz mesela. Neyse. 

Daha önce Hilton'da tohumlarını attığımız bu serüvene, artık aktif olarak katılmaya karar verdim haddimi bilmeyerek. Bunda daha önce Hilton'da kalmış olmamın, muhtemelen bundan sonra da kalabilecek olmamın etkisi var tabii. "Turnuvalar oluyo lan otele gidiyosun kalıyosun falan hacı çok kıyak iş." diye girdik bu işe. Yalan konuşmayalım.

Dediğim gibi, biraz haddimi bilmeyerek yaptığım bir seçim oldu. Çünkü ben konuşamıyorum yani. Konuşamam ki. Benden münazarada çıkıp bir konuda 7 dakika boyunca ahkâm kesmem bekleniyor. Konuyu da konuşmadan 15 dakika önce öğreniyorum. Sorarım dostlarım size, bu benim yapacağım iş mi? Ben iki lafı bir araya getiremiyorum şu anda. Neyse "Zamanla oturacak." falan diyorlar da, bende 19 senedir oturmadı yani. Ben komşuya gidip "Merhaba." diyemiyorum, annemin "Yabani misin sen?" sorularına maruz kalıyorum daha. Neymiş, çıkıp da o öyledir bu böyledir diye yardıracakmışım. Oldu.

Neyse geçen gün de ilk münazaramızı yaptık çok şükür. Konumuz da "Okulda öğrencilere şiddet uygulanmalı mı, uygulanmamalı mı?" Ben de "Uygulanmalı."yı savunmalıyım. "Dövelim." diyeceğim yani bariz.

15 dakika hazırlık süresi oluyor. Elimde kağıt kalem. Panik oldum efendim haliyle. "Ay ay dövelim ama niye dövelim ya. Ee. Şımarık bunlar tabii evet." falan diye dolduruverdim kağıdı bir güzel. Ancak sorun şu ki, kağıda bakınca bir bok anlamıyorum. Oradan buradan oklar çıkarmışım. Neyse bir de ilk konuşmacı oldum. Hadsizlikte sınır tanımıyorum.

Çıktım başladım konuşamamaya. "Eee yani dövmek lazım tabii. Bunları aileleri yetiştiremiyo yani. Döversek olur. Zaten dövücez diye bişey de yok yaa hani 'Döveriz bak.' diye gözdağı versek olur yaneee bence hehehe." diye münazarada söylenmemesi gereken ne varsa söylüyorum yani. 7 dakika da sürmüyor yani, 3 dakika en fazla. Çok pis sıçıyorum yani. 

Neyse münazara bitti, jüri görüşlerini söyledi falan. İnsafsız adamlar değiller sağolsunlar. "Sinan pis sıçtın." demiyorlar. "Şöyle yapsan daha iyiydi." diyorlar. Bir sonraki münazaramda da "Bence teröristlere işkence yapalım yaanee hani senin abini kardeşini şey yapii onlar. O yüzden biz de onları şey yapii." falan diye bir şeyler dedim de, neyse oraya hiç girmiyorum. Ama peşini bırakmayacağım lan bu işin. Sırf karşı takımdan soru isteyen adamı bir parmak hareketiyle oturtabilmek için devam edeceğim.

Hem otellere de gidiyorlar. Hilton falan yani. Boru değil yani...

s.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sinvegur, 11.10.2009..


"Ne kadar güzel büyülü bir kokun var,
Sen görmeden bir yel eser senden.
Nasıl bir ses tonun var,
Ne söylesen masal gelir La Fontaine'den."

Neler oluyor bana böyle. Neler oluyor. 

s.

11 Ekim 2009 Pazar

Sünnet..


Şimdi iki haftadan beridir antropoloji derslerimde bir kadın sünnetidir gidiyor. Ben de "Ayy çok fena çok fena." diye üzüle üzüle araştırıyorum bu konuyu. Kesiyorlar böyle ucundan kıt diye. Ayy. Neyse. Gündemim bu olunca, aklıma kendi sünnetim geldi haliyle.

Ben ilkokul beşin yazında sünnet oldum yanlış hatırlamıyorsam. Biraz geç olmuş niyeyse. Az çok büyümüş olduğumdan ötürü asi bir tavırla şapkaymış, asaymış, davulmuş zurnaymış; hepsine kesin bir dille karşı çıkarak tepkimi ortaya koydum. Sünnetimi olacak, efendi gibi oturacaktım. Soytarılığın lüzumu yoktu. Bu yüzdendir ki sünnet zamanıma ilişkin en ufak bir belge yoktur insanların elinde, amacıma ulaştım sayılır.

Şimdi bu "sünnet" aşamasını ayrıntılarıyla anlatmanın alemi yok. Güzel güzel, tatlı tatlı konuşuyoruz şurada. Biraz tırsarak başladığım bu serüveni kazasız belasız acı çekmeden atlattım. Olay öncesi "Anestezi" gibi kavramlardan bihaber olan bendeniz, kafamda bıçaklı mıçaklı bin bir türlü senaryo kurmuştum haliyle. Bir de çok affedersiniz "kesilmiş hali" nasıl oluyor bilmiyordum ben sünnet olmadan önce. Nasıl görünüyor yani? O konudaki hayallerimi de kağıda dökmüştüm o dönemler. Çeşitli fantastik çizimler yapmıştım. Şimdi o çizimler nerede bilmiyorum ama, çizdiklerimden birine benzemiyormuş. Onu da fark ettim.

Bunun sonrası da var tabii. Birkaç günlük bir istirahat dönemi geçirmem icap ediyor. Bir gün önce "Sade bir sünnet istiyorum soytarılık yapmayın öhmm." diye öten bendeniz, sefa pezevengi gibi ebeveynimin iki kişilik yatağına öküz gibi yayılıyorum bu istirahat sürecinde. Her tarafta dergiler kitaplar. Karşıma televizyon koyulmuş. Güzel bir ortam.

Bu yoğun ilgiyi suistimal etmedim desem, yalan olacak. Şöyle ki; o birkaç günlük dönemde yanımda bulunan evin telsiz telefonuyla, annemin cep telefonunu çaldırarak kendisini çağırıyor idim. Ne bağırıp zahmete gireyim di mi ama. Sünnet olmuşum yani, hastayım ben. Bu çağrılarımda anneme "Kıymalı börek yapar mısın :((" gibi isteklerimi iletiyor, ardından yayılarak televizyon izlemeye devam ediyordum. Güzel günlerdi.

Bir haftalık sürecin sonlarına doğru, bu güzel zamanlar sona erdi. Dikişler düştü. Acılar başladı. Zaten sonra da insan gibi ayağa kalkıp yürümeye başladım. Kendi yatağıma döndüm. Telsiz telefon eski yerine koyuldu. Kıymalı börekler bitti. Yine de bu dönemi bilincimin yerinde olduğu bir yaşta geçirdiğim için pek mesudum. Cep telefonu vardı en azından. Teknoloji ilerlemişti.

s.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yabani..


Efendim nasılsınız görüşmeyeli? Bayağıdır da görüşmüyoruz di mi? Bugünlerde biraz üretim sıkıntısı çekiyorum ne yazık ki. Bir de malum hiçbirinizin okumadığı Hafif Tarih ile ilgileniyorum. Ha tabii unutmadan, bölüme başlamamın da etkisi var bu düşük tempoda. ÖSS sonucunu birlikte beklediğim sevgili takipçilerime; şimdi okula girip, hazırlığı bitirip, bölüme bile başlayıverdiğimi duyurmaktan kıvanç duyuyorum.

Şimdi başladık başlamasına bölüme, iyi güzel de; ben, nasıl desem, biraz öküzüm galiba. Valla. Bir yabanilik var. Yeni ortamlara girmeyi sevmem. Hadi tut ki girdim, beni tribe sokar. Bana kalsa 3-5 iyi arkadaşım olsun, oooh, son nefesimi verene kadar onlarla takılayım bir odada. Hoş bir şey değil tabii. Ama ben bütün gün odasında oturan bir çocuktum yani, ne yapayım lan. Ne mahalle arkadaşım vardı ne bir şey. Misafir gelir, odaya kapanırım. Annem "Gel bi merhaba de yabani misin oğlum sen." diye daraltır. Böyle böyle bitirdik çocukluğu. Hâlâ misafir gelince odaya kaçıyorum, o ayrı.

İşte şimdi de girmişim bölüme. Sosyoloji. Amfide en arkada oturuyorum. Arkadan baktığımda ense tıraşını görebildiğim bir insan yok. Herkesin saçı uzun. Hepsi kız çünkü. Ulan belli ki harem ağası gibi gezeceğiz bölümde önümüzdeki 4-5 sene. Hani tamam iyi hoş da, şu "kız muhabbeti" bir yerden sonra içimi kıyıyor. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Varsa yoksa Murat Boz. Hani tamam, şeker gibi çocuklar onlar da bir şey demiyorum da; "Ulan Tabata'ya o kadar para verilir mi yaaa." diye lavuk muhabbeti yapmayı daha çok seviyorum ben galiba. Zannedersem bir odunluk var bünyemde. Bir de sosyoloji falan okuyacağız, akademik sohbetler edeceğiz orada. Bilemiyorum.

Hani hazırlığa da böyle başladık, bilen biliyor. Burada "Bad Trip" diye yazılar yazdık. Şimdi hayvanlar gibi eğleniyoruz. Muhtemelen yine böyle olur. Yani umuyorum. Buradan bölümdeki potansiyel arkadaşlarıma sesleniyorum: Gelin canlar bir olalım.

s.

Not: Yabani bir insan olarak yapmam gereken en son iş olan "ODTÜ Radyo Topluluğu"na girmenin bir getirisi olarak, Çarşamba gecesi Vişnelik Tesisleri'nde "White Night" kapsamında barmenlik yapacakmışım. Ulan ben eve gelen misafirden kaçıyorum diyorum, sen bana içki döndür diyorsun. Neyse. Bekliyorum hepinizi.