30 Ağustos 2008 Cumartesi

Dersane sektörü..

Başlangıçta “Dersaneler birer ticarethane, okullar gereken eğitimi vermeli kardeşim!” geyiği yapmayı düşündüm, vazgeçtim.

Nedir bu dersane? “Dersane” diyorum, çünkü bana yazımının böyle olduğu öğretildi, ben de bundan tatmin oldum, bunu baştan söyleyeyim. Neyse. Üzerinde çok fazla konuşabileceğim yerler. Gerçekten kafaları çalışan insanlar açıyor buraları. İşlerini bilen insanlar. Öğrenciyle olan “samimiyeti”, hele ki devlet okulundan gelmiş bir öğrenciye, o kadar güzel hissettiriyorlar ki; öğrenci mal oluyor. Bildiğin mal. Koyun oluyor insan. Bırakıyor kendini güvenle biricik dersanesinin kucağına.

Şimdi bu samimiyeti sağlayacak en önemli unsur nedir? E öğretmen tabii. Sürekli diyalog kuracağımız insan. Burada öğrencinin karşısına öyle bir öğretmen sunuluyor ki, şaşırıyor öğrenci, “Lan bu hoca bizim gibi insan.” diyor içten içe. Çünkü işte adamın sakalı var. Adam Converse giyiyor ayağına. Telefonunda adı kayıtlı. Facebook’a falan giriyor. Bildiğin kot-tişört şeklinde görünce adamı bir garip oluyorsun. Hoca burada tabii devamlı bir “Abi” havası sezdirmeli. Kaan olsun atıyorum adı, bir “Kaan Hoca”dır gidiyor sınıfta! “Kaan Hoca’yla yemeğe gittik.”, “Kaan Hoca’yla halı saha maçına gidiyoruz.” bilmem ne. Tamamdır hocaya güven aşamasını hallettik, en önemli kısım bitti.

Dersane başlarken de öğrencimize bir sürü renkli renkli, cıvıl cıvıl test kitapları dağıtıyoruz. Yok “Çıkmış Sorular” yok “Soru Bankası” verdikçe veriyoruz. Bu da güzel gaz verir öğrenciye. Bu “gaz”la ilgili ayrıntılı bilgi için: Yeni Test Kitabı..

Deneme sınavları bir de tabii. Sürekli mal gibi deneme çözmenin bize inanılmaz şeyler katacağına da gerçekten inanmamız gerekiyor. Bunları da sevgili Kaan Hoca anlatıyor bize, e adam istese evimizi barkımızı üstüne yapacağız o derece bırakmışız kendimizi kollarına. “Zamanı değerlendirme”, “Sınav stresine alışma” gibi geyiklerle bunun önemini de kendimize kabul ettiriyoruz, artık gelsin denemeler! Bizim zavallı mal çocuk durmadan giriyor denemeye. Durmadan dolduruyor o iğrenç turuncu-beyaz optik formu. Durmadan aynı puanları alıyor. Bilmiyor konuları ama giriyor sınava; bildiğini yapabiliyor, bilmediğini yapamıyor. Ama tabii ki “Bu sınavlardan aldığımız sonuçlar önemli değil, bunlar kendimizi denememiz için vs.”, öyle dedi Kaan Hoca. Ha unutmadan, deneme sınavlarına karizmatik isimler bulursak öğrenciye daha yoğun etki yapıyor. Aslında her boka bir kısaltma bulsak en iyisi, öğrenci bir bok sanıyor kısaltınca. Atıyorum “Genel Deneme Sınavı” olsun gireceğimiz sınav. Bunu hemen “GDS” olarak sokuyoruz herkesin aklına. Artık bir GDS’dir gidiyor bizim öğrenciler arasında. “Son GDS nasıl abi?”, “Bu GDS’de iyi yapmalıyım Kaan Hoca’yla iddiaya girdik.” falan. Verimli çalışma kitabı mı hazırladın? Ver VÇK’yi! Etüt metüt falan mı koydun? Ver EMF’yi! Yerler bunu.

Rehberlik servisini de unutmayalım. Burada da “kafa hocalar” var. Aslında işin özü bu düşününce dersane işinde. Böyle hafif “genç ağzı” üç beş geyik yap zaten öğrenciyi mal yapmaya yetiyor. Onlar da senden ödev istiyor. Sen de mal olduğundan kağıda “Matematik 217 soru, Türkçe 58 soru…” diye yazıyorsun onları. Sonra o rehberlikçi sana “Planlı programlı verimli çalış.” diyor. Sen de “He.” Diyorsun. Öyle sahte sahte ilişkiler…

Of böyle ya işte. Sürekli güleceksin, sürekli güvendireceksin kendine. Böyle bu işler. Mal ergenleri kandırmak kolay. Biraz kafayı çalıştır yeter.

s.

26 Ağustos 2008 Salı

Tıraş..


Sakal tıraşı olmayı sevmiyorum. "Tıraş" kelimesini bile sevmiyorum. Ben onu "Traş" olarak belledim uzun yıllar, büyük hayal kırıklığı oldu imla kılavuzuna baktığım o an. Yalnız cidden ne iğrenç bir iştir ya bu. Çok klişe bir geyik oluyor ama "Erkeklerin de işi zor her gün her gün tıraş mı olunur ehe mehe." diye düşünüyorum ben bile. 

Ben tıraş olmayı beceremiyorum sanırım. Her tarafım kanıyor. Ama bu öyle kesip kanatmak şeklinde olmuyor genelde. Sivilceler falan oluyor sanırım çenemin altında -ki yok ulan öyle bir şey bir tek tıraş olunca mı ortaya çıkıyorlar?-, yoluyorum onları bıçakla, her taraf benek benek kan...

Üşengeç bir insan olmamdan ötürü lise hayatım boyunca da bu kıllardan çok çektim. Kesmeden geliyordum okula tıpkı bir arsız, tıpkı bir soytarı gibi. Okul kapısına geldiğimde "Mission Impossible" tadında adrenalin dolu anlar geçiriyordum. Bazılarında da yakalanıyordum haliyle. "Ne lan bunlar kaç defa söyledim.", "Sicilini değiştireceğim ulan adi herif!" gibisinden aşağılamaları hep sineye çektim. Sadece sakal değil ki, favorilerim var bir de nedense, bok var sanki. Bak buradaki karikatürlerime, hiçbirinde Elvis'i aratmıyorum evelallah; tabii okul yönetimi Elvis melvis sallamıyor. Tuttular mı koparıyorlardı bir öbek kıl parçasını güzelim favorilerimden.

Uzatıp uzatıp hacı kıvamına gelince kesmek sadece okul yönetimini değil, ev yönetimini de huzursuz ediyor ara sıra tabii. Bazen duyarsız bir öküzmüşçesine öbek öbek köpüklü kılları lavaboya atmamdan ötürü, eve alınan "Lavabo-Aç"ın haddi hesabı yok. 

Sevmiyorum ben tıraş olmayı...

s.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Hata..

Hata 1:

Hata 2:

20 Ağustos 2008 Çarşamba

ÖSYS..


...

Yerleştiği Yükseköğretim Programı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (Ankara)
Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji



Yurt hayatı. Aile yok. Kimse yok. Deniz yok. Risk. Sefalet. Hadi bakalım.

s.

19 Ağustos 2008 Salı

Zeytinli..


Ne demiştik? Zeytinli. 2005’te günübirlik olarak gitmiştim bu festivale, bu sene çadırımızı kurup matımızı serip üç buçuk gün geçirdik. “Çadır” kültürü olmayan bir insan olarak bu festivalle birlikte hayatıma “Mat” gibi, “Uyku tulumu” gibi kavramlar girdi. 

Festival alanından, konserlerden önce bu alanın çevresinden bahsetmek istiyorum. Ne para kırıldı arkadaş. Evde yapılmış, dilimi 1 liraya satılan kekler mi dersin, “Poğaça-Biber-Domates”ten oluşan 2 liralık kahvaltı tabakları mı dersin. Tam bir panayır havası var idi festival alanının dışında. Yerel halka, esnafa güzel bir ekmek kapısı olmuş bu olay. 

Alana girişteki arama faslı ilk gün sıkıydı gözlemlediğim kadarıyla, sonra tamamen göstermelik bir hâl aldı. Yiyecek içecek sokmaya çalışan çakalların çantalarından çıkan gofretlerin, şişelerin vs. girişin kenarına çöp muamelesi görerek atılıp yığılması çok saçma idi bunu da belirtmek isterim. Bu ne lan açılmamış güzelim gıdaları fırlattılar resmen. Neyse. 

Kamp alanı da işte tahmin edilebileceği gibi irili ufaklı bir ton çadırın yuvalandığı bir yer. Burada yeşil tişörtlü “Crew” elemanlar var, çadırını kuramayan yüzde doksan dokuzluk bir kesime yardımcı oluyorlar, otomatiğe bağlamışlar iki dakikada yerleştiriyorlar insanları oraya. Güzel bir şeydi bu. Bunun dışında, alan beklemediğim derecede kalabalıktı. Başka bir numarası yok işte. Gündüzleri burada vakit geçirmek olanaksız diyebilirim. İkinci gün acemilikle bunu yaptık, hayata küstük. Daha sonra çoğu insan gibi Akçay’daki “Olivecity” adlı klimalı güzide ortamı keşfettik.  

Tuvaletler. Evet tuvaletler. “Boxi” firması tarafından tedarik edilmiş ismiyle müthiş bir uyum sağlayan bu kabinler festivalin en kötü yanıydı kesinlikle. Böyle pislik, böyle kepazelik görülmedi efendiler. 50 kuruş veriyor insanlar ayrıca bu kabinlere girme şerefine nail olmak için. Pek çok insan da bu onuru yaşamak istemediğinden ötürü kamp alanında bir “Pet şişe” furyası vardı ki daha iyi anlamak için en üstteki çizime bakabilirsiniz, Zeytinli Rock Fest için tasarladığım naçizane afiş. Festivali özetlemek için son derece uygun olduğunu düşünüyorum.

Deniz ise Kuzey Buz Denizi’nin Zeytinli şubesi idi. Ağız tadıyla yüzmek mümkün olamadı. Girdiğim an “Mngtnskym” sesleriyle çıkmak durumunda kaldım. Bu ne soğuk arkadaş.

Yiyecek içecek olayı da “Fiyat / Performans” açısından başarılı bulduğum yegâne şey diyebilirim alanda. Fazla uzatmaya gerek yok, ekmek arası şeyler, kutu içecekler, hepsinin fiyatı uygun, çoğu afiyetle yenebilir. Öyle. 

Birbirinden berbat bilgisayarlara sahip bir Internet Cafe, “Dert Etme Şarj Et”i “D.E.J.E.” şeklinde kısaltmayı başarabilmiş insanların işlettiği bir telefon şarj paneli, tipik genç tişörtleri satan bir mekân, simit ve kontör satarak kendine fantastik bir ticari yol çizmiş bir amca da, festival alanındaki adını anmadan geçemeyeceğim yerler.

O değil de konserler? Vallahi hesapta konser izlemeye geliniyor buraya da, benim için çoğu grup fon müziğinden farklı bir etki yapamadı. Moğollar, Pentagram ve Ogün Sanlısoy’u adamakıllı izledim o kadar. Gerisine hep “şöyle bir baktım”. Son gece orada olmamayı tercih ettik, Ayvalık’a gittik, buna yanıyorum. Aslında konser veren en izlenesi insanlardan Nev, Yüksek Sadakat ve Kurban o gece çıktı. Kaçırdık. Sağlık olsun. Bir dahaki sefere. Hayko Cepkin’i daha fazla görmek isterdim, onu da fazla izleyemedik. Tiamat çıktığında ise ben ayakta uyuyordum. O da bir kayıp oldu. Kısacası, konserlerden pek verim alamadım. Aldığım kadarını da gayet başarılı buldum. Seneye gelirsem her konseri izleyeceğim yeminliyim.

Bu kadar. Kassam daha her şeyini yazarım da, çok uzattım galiba. Son sözüm şudur ki; gidin arkadaşım bu festivale, güzel. Gündüzleri çıkın gidin dolaşın. Olivecity iyidir. Akşam vakit güzel geçecektir. Güzel şeyler bunlar. Görmek lazım.


Yukarıda da festival alanının kabataslak bir krokisini görebilirsiniz. Aklımda kaldığı şekliyle çizdim. 

s.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Hey..


Efendim uzun sayılabilecek bir ara vermek durumunda kaldım. Elimde değil. Internete girmemin, yazmamın, çizmemin mümkün olmadığı bir ortamda bulunmaktaydım. 

Pek yakında "Zeytinli Rock Fest 2008" çizimleriyle, izlenimleriyle karşınızda olacağım ben.

s.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Öylesine..

"Öylesine" çizdiğim birtakım şeyler. Eleştiriye açık değiller. Çizim süreleri takriben iki dakikadır. Buyrunuz efendim.





12 Ağustos 2008 Salı

Eski..

“Eski” evet. Ne demek istediğimi biraz anlatmaya çalışayım. 30-40 yıllık, yazılı mazılı birtakım belgeler hepinizin ilgisini çekmiyor mu? Bahsettiğim şey “Fotoğraf” falan değil. Günlük hayatta kullanılan birtakım şeyler. “Gazete” atıyorum, 1967’den kalmış bir Hürriyet gazetesi mesela ilginizi çekmez mi? Ya da 1950’lerde bir kağıda tükenmez kalemle karalanmış bir şeyler.

Çekiyordur yani ilginizi, hayret bir şey. Gayet ilginç. Ben böyle şeylere çok şaşırıyorum “Anaa!”, “Aaaa 1965 yazıyor aa!” falan diye. Ayvalık’ta yazları geçirdiğim evin iki sıra yanında kocaman bahçeli, kuyusu muyusu olan yüksek tavanlı bir ev var. Terk edilmiş vaziyette. Satılmış falan ama daha gelen giden yok. Geçtiğimiz yaz canım sıkıldıkça bu evin içine giriyordum ben, rafları mafları, kutuları, eskiden kalma tozlu şeyleri karıştırıyordum. Bu yaz baktım ki içi yanmış evin, üzüldüm. Her neyse, bu araştırmalarım sonucu ilgimi çeken birtakım şeylere rastladım. Paylaşayım bunları sizlerle, belki sizin de ilginizi çeker.

1967’de alınmış iki adet “Kâmil Koç” otobüs bileti. Üstünde tükenmez kalemle yolcu adı falan bir şeyler yazıyor. Nedense evde duruyor gidememişler herhalde. En çok sevdiğim şeylerden biri buydu. Duruyor hâlâ pek hoş.

1957 Robert Kolej andacı. Bu da güzel, öğrencilerin karikatürleri falan var. Ama daha ilginç olan andacın içindeki reklamlar. Örneğin Zeki Müren’li bir Siemens radyo reklamı gibi.

Bunu o evde değil yine Ayvalık’ta başka bir yerde gördüm. Yıkık dökük bir binanın içinde, gazetenin hediye olarak verdiği bir “1991-1992 sezonu Beşiktaş takım fotoğrafı”, duvarda asılı duruyordu. Kilitliydi bina dışarıdan gördüm, girip alamadım, çok güzeldi ama. Çok şaşırdım. İlginç değil mi ki.

Ya işte böyle, şimdilik başka gelmiyor aklıma. Eğer sizin de böyle “eski” şeyleriniz varsa bulduğunuz falan, söyleyin bana. Şaşırıyorum ben. Hoşuma gidiyor. Haberiniz olsun.

s.

Rüya 1: Jackpot..


Dün gece gördüğüm bir rüyayı paylaşmak istiyorum efendim. Rüyamın geçtiği mekan İzmir metrosu, Bornova istasyonu. Başrolde ben ve sarı saçlı, küçük bir çocuk var. Metroda dolaşırken –ki metroda bir insan niye dolaşır bilmiyorum.- aniden karşımıza bir “Slot Machine” çıkıyor, hani olur ya şu kollu kumar makineleri, onlardan. Üzerinde de “25 Ykr ile çalışır” diye bir etiket. Ben de kimliği meçhul sarı saçlı dostumla beraber makineye koşuyorum ve parayı atıyorum. Çocuk kolu çekiyor. O da nesi, bütün o dönen bloklar aynı geliyor ve kazanıyoruz! Biz sevinirken aletin üzerinde şu yazı beliriyor: “5250 Ytl değerinde kazak ve cep telefonu kazandınız!” Bu sırada da makinenin altındaki bir bölmeden renk renk kazaklar ve cep telefonları çıkıyor. Sevinçle bunları alıp bir masanın üstüne koyuyoruz. Tüm bunların bir metro istasyonunda gerçekleştiğini tekrar hatırlatırım. Başlıyoruz çocukla pazarlık yapmaya, ben en güzel telefonu seçip geri kalan 4-5 telefonun onun olabileceğini söylüyorum. O bunu reddediyor. Böyle bir pazarlık sürecine giriyoruz. Derken ben uyanıyorum.

Kalktım rüya tabirleri kitabına baktım, “Götünüz açıkta kalmış.” yazdı, bilemiyorum.

s.

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Unicef..


Bak dışarıda parayla satıyorlar bu kartpostalları. Ben değerli takipçilerime bedavaya sunuyorum. Kıymetimi bilin!

8 Ağustos 2008 Cuma

Köpek..


Counter Strike..


Yukarıdaki görüntü sizin için bir şey ifade ediyor mu? Etmiyorsa üzgünüm, muhtemelen burada yazdıklarım da bir şey ifade etmeyecektir. Ancak eminim ki tüm hemcinslerim bu yazıdaki hislerimi anlayacaktır. 

Ortalama bir erkek çocuğu olarak zamanımın çoğunu “Internet C@fe”lerde geçirdim. Ve diğer tüm ortalama erkek çocuklarının anlayacağı gibi buralarda yıllardır karşılıklı oynanan güzide bir oyun vardır, Counter Strike. Ben genelde “Championship Manager” gibi aktif rol gerektirmeyen, rahat rahat oynanabilen oyunları tercih ederdim zora gelemeyen bir insan olarak. Bu oyun konusuna sonra değiniriz. Ben kendi kendime takılırken mutlaka çevremde “Arka kapıda lan! Beyaz çatıya çıktı!”, “Beyler bu el köprü altı.” nidalarıyla CS oynayan insanlar olurdu. Ben de arkadaşlarımla gittiğimde el mahkum oynardım tabii. Başarılı bir Counter Strike oyuncusu değilim, aslında başarılı bir “Oyuncu” da değilim ya. Böyle pür dikkat oynanan, sürekli aktif olunan oyunları beceremiyorum kardeşim, yok olmuyor. Köşeyi dönüp karşımda adamı görünce panik oluyorum, elim ayağıma dolanıyor. E ölüyorum haliyle. Yukarıda da oyunda en gerildiğim yerlerden birini resmetmeye çalıştım. “Dust” adlı popüler haritada o kutuların arkasından her an tavşan gibi adamlar sıçrayarak çıkabiliyor. Ben bunları görünce “Ay ay ay!” şeklinde sağa sola şuursuzca ateş ederken çat diye indiriyorlar beni. Öyle deli oynayanlar var ki bunu şaşıyorum. Adamlar cafelerde yüksek lisans yapmışlar CS üzerine. Gördüklerini vuruyorlar. Popüler oluyor bunlar arkadaş ortamlarında falan. Bu arkadaşlar oynarken yanlarına 10-11 yaşlarında çocuklar doluşup izliyorlar. Adamımız daha da coşuyor, “Headshot”lar “Frag”ler ardı ardına geliyor. Kendi alanlarından rakiplerin bölgesine her CS oyuncusunun bileceği “Seri olarak 1 ve 3 tuşlarına basarak bıçağı ve silahı değiştirme” hareketini yaparak “Şınkırçıkşınkırçık” diye sesler çıkararak büyük bir özgüvenle ilerliyorlar. Ben de böyle olmak istemez miyim sanıyorsunuz! Gönül isterdi ben de “Championship Manager”, “Sim City” gibi rutin oyunlar yerine bu tarz FPS, MPS, bilmem ne oyunlarında coşayım. Ama olmuyor, olamıyor, yapamıyorum. 

s.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Tatil..


Şimdi. Ben Ayvalık'tayım birkaç gündür. Bu demek değil ki siz değerli takipçilerimi -var di mi öyle bir şey?- yazılarımdan çizgilerimden mahrum bırakacağım(!).. Bırakmıyorum da zaten, "Kanca"dan itibaren hepsini burada yaptım. Bak şimdi de aşağıya güzel güzel şeyler ekledim. Bak yukarıya yeni logo yaptım. Uğraşıyorum yani. Yakında "Fazla kilolar"la ve "CounterStrike"la ilgili bir şeyler koyacağım, hazırlıyorum, yolda. Okuyun bak. Girin. 

s.

Reklam gibi..

Nasıl çiziyorum?..


Böyle işte. Tıkla üstüne büyür o.

3 Ağustos 2008 Pazar

Röportaj(!): Dostoyevski..


Rus yazar Fiyodor Mihayleviç Dostoyevski’yi St. Petersburg’da yakaladık ve kısa bir röportaj yaptık. Buyrun:

Sinvegur: Sevgili Fiyodor, seni bilen biliyor. Ne desem, ne sorsam boş. Sen başla anlatmaya biz de hayran hayran dinleyelim.

Dostoyevski: “…Ben yapmacıksız bir insanı; onu özene bezene topraktan yaratan şefkatli doğa ananın görmek istediği gibi gerçek ve normal bir insan sayarım. Böyle bir insanı korkunç derecede kıskanırım. Yani böyle bir insan aptaldır! Onun aptal olup olmadığını tartışacak olursak, bunun aksini de söyleyecek değilim…”

Sinvegur: Başka?

Dostoyevski: “…Çoğu kez, bir hiç yüzünden gücenmeyi bile denemişimdir. Gücenecek hiçbir şey olmadığı için, kendimi kandırdığımı bildiğim halde, işi öylesine büyütürdüm ve öyle bir noktaya getirirdim ki sonunda gerçekten gücenirdim! Bu oyun kendime hâkim olamayacak duruma gelene kadar hoşuma gitmişti. İnanır mısınız, iki kez de böyle âşık olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya inanmamak, hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürürdüm. Üstelik sırılsıklam bir âşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı. Tembelliğin ve bir şey yapmamamın verdiği sıkıntı beni eziyordu. Sonucunda da haylazlığa yöneliyordum. Zaten, bu haylazlık bilincin temel ürünü olan tembellikten başka nedir ki? Bunu daha önce de söylemiştim. Tüm içtenliğimle yineliyorum. İnsanlar, belli bir işi olan insanlar, dar kafalı oldukları için çok çalışkan kimselerdir. Ancak bunu şöyle açıklayabilirim: Bu insanların akılları kıt olduğu için, bir konunun ana nedenlerini araştırmadan, en yakındaki ikincil nedenlere atladıkları doğrudur. Böyle yapmakla doğru davrandıklarını sandıkları için de içleri rahattır ve en önemlisi de budur aslında…”

Sinvegur: Büyüksün Fiyodor, başka söze gerek yok. Fazla tutmayalım seni. Bu ve buna benzer şahane saptamalarını okumak isteyen okurlarımız yeni kitabın “Yeraltından Notlar”ı alabilirler.

s.

Çocuk resmi..

Kanca..


Bilirsiniz şu yukarıda çizmeye çalıştığım aletleri. 1 Lira ile çalışan, kancasıyla oyuncak hayvanlar avlamaya çalıştığımız aletler işte. Her yerde karşımıza çıkıyorlar artık. Çok para yedirdim ben bunlara. Çok fazla. Şu ana kadar yakalayabildiğim oyuncak sayısı ise sıfır. 

Okul gezisiyle Ankara’ya gittiğimde her mola yerinde rastladım bunlara, yanımda kadim dostum Refik de vardı. Her mola yerinde 3-4 Lira kaptırdık bunlara. Olmadı, olamadı. Arkadaşlarımdan para istedim. Durduramıyordum kendimi. Bağımlı olmuştum adeta. Her tanıdık simanın yanına hızla gidip “1 Lira var mı acil!” diye darlıyordum. Aletin başına geçince ise dünyadan soyutluyordum adeta kendimi. Pür dikkat kancaya yön veriyor, alınabilir gözüken oyuncakları kısa zaman içinde saptamaya çalışıyordum. Milimetrik oynamalar yapıyordum kancayla. Zaman ilerliyordu. 10,9,8… Bu andan sonra sağlıklı bir hareket yapamayacağımı düşünüp tüm hırsımla basıyordum düğmeye. Ağır ağır ilerliyordu o kanca aşağı doğru. Heyecan her an katlanıyordu. En sonunda kanca duruyor, kapanmaya başlıyordu. İşte o an. Bu anı betimlemek için uygun kelimeleri seçemeyeceğim sanırım. Ve en başından beri sonunu bildiğimiz film nihayete eriyordu işte. Kanca yukarı çıkıyor, ucuysa bomboş... İşte bu an, filmin koptuğu andır. Bu an, benim canavara dönüştüğüm andır. Aleti tekmelediğim, ağzımdan alevler saçtığım, bambaşka bir insan olduğum an; işte budur. Sonra da son kez bakıyordum alete. Cam bölmenin sağ üst köşesindeki yazıya ilişiyordu gözüm. Tokat gibi çarpıyordu kelimeler suratıma:

“Her seferinde oyuncak kazanamayabilirsiniz.”

Yazık, gerçekten yazık...

Not 1: Bir başka Ankara yolculuğumda 9-10 yaşlarında bir çocuk, gözümün önünde dalga geçer gibi tek hamlede aldı bu oyuncaklardan birini. Hiçbir şey olmamış gibi oyuncağı elinde yürüdü gitti sonra. Arkasından bakakaldım. O günden beri para yatırmadım bu aletlere. Bu da böyle bir hevesti, tövbeliyim artık…

Not 2: Yukarıda betimlediğim “oyun” anını gözler önüne seren “Kumarbaz” adlı bir video da mevcuttur, sanırım “Afyon Kolaylı Tesisleri”nde Refik tarafından çekilmişti. Ara sıra dost meclislerinde izleriz, acı acı gülümserim, geçmiş günler gelir gözümün önüne.

s.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

1 Ağustos 2008 Cuma

Saçma 2: Minyatür?!..

Çok sıkılmak..


Bir gün çok eğlenince ertesi günüm çok iğrenç oluyor hep. Dün Kuşadası'na gittim bir günlüğüne, oldukça eğlenceli idi. Şimdi ise İzmir'deyim. Odamda yukarıda gördüğünüz gibi oturuyorum, iğrenç bir güneş giriyor sağımdan, sarartıyor odayı pis pis, ara sıra rüzgardan perde üstüme üstüme geliyor. Rüzgar dediysek, fön makinesi etkisi yapan bir rüzgar bu. Sıcak sıcak. Dışarıya çıkıp bir şeyler yapasım hiç yok. Zaten arkadaşlarımın çoğu şu anda burada değiller. İçimde bir sıkıntı yok, bir sürü sıkıntı var. Gerçekten.

Of.

s.

Anı 3: Kaza..


Yıllardan 1996 olsa gerek. Anaokulu bitmiş, ilkokula kaydolmam icap ediyor. Evimizin yakınındaki "Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu"ndayız annemle. Zaten her şeyden sıkılıyorum o yaşta, annem bir de kayıt yapan kadınlarla arkadaş olduğundan harlı bir geyik açtılar okulda. Ben ofluyorum pufluyorum. En sonunda da anneme okulun hemen önündeki çocuk parkına gideceğimi, sıkıldığımı falan söylüyorum. Tehlikeli bir durum değil, annem de onaylıyor zaten. Çıkıyorum ve parka gidiyorum, kaydıraktan kayıyorum, salıncaktan sallanıyorum falan filan. Bu noktada sanırım yaşımın verdiği geri zekalılıktan ötürü eve gitmeye karar veriyorum, evde kimse olmadığını hiç düşünmeden. Yakın zaten ev gidiyorum. ancak kapının önüne gelirken evde kimsenin olmadığını, benim de evin anahtarına sahip bir birey olmadığımı fark ediyorum ansızın. Talihsiz serüvenler burada başlıyor. Bu noktada annem de kayıt işlemini bitirmiş, beni almaya gelmiş, ancak parkta çocuğunu bulamayınca haliyle paniklemiş, aramaya başlamış. Tüm bunları ben sonradan öğreneceğim maalesef. Okula geri dönüp annemi sorunca, çıktığını öğreniyorum. Parka biraz bakınıp annemi göremeyince eve gittiğini düşünüyorum yine geri zekalı bir mantıkla. Eve dönmeye karar veriyorum, kaldırımın ucuna geliyorum, karşıya geçeceğim.

Kaldırımdan inerken ayağım takılıyor, yola düşüyorum, karşıdan gelen "Renault Toros" marka otomobilin tekerlerği suratıma çarpıyor, kan içinde kalıyorum öyle. Ama ayağa falan kalkabilecek durumdayım, sadece suratım kan revan. Anırarak ağlıyorum.

Şöför arabadan iniyor, sivil polismiş kendisi. Çevrede doluşmuş insan kalabalığının bakışları altında beni arabasına bindiriyor. Adama olayı anlatıyorum. Babamın işyeri numarasını bilip bilmediğini soruyor. Her nasılsa biliyorum ve söylüyorum aklımdan. Bundan sonrası da babamın beni alması ve anneme durumu bildirmesi, hastanede tomografi çekilmem, eve gidip böğüre böğüre annemden özür dilemem falan...

Bu süreçteki en komik ayrıntı ise, annemin eve geldikten sonra panikle ve endişeyle teyzemi arayıp "Sinan'ı kaybettik..." demesi, teyzemin bunu duyması ve yüreğinin ağzına gelmesi. Ulan denir mi öyle hayret bir şey.

Kısacası, bu blogu yazan insan anaokulu hayatı bittikten sonra bildiğin ölüyordu arkadaşım. Durum bu. Yaa. 

s.