30 Eylül 2009 Çarşamba

İtiraf 2..


16 Temmuz 2009 tarihinde kendimi çizip altıya bölerek, bu blogun birinci yılını kutladım. Lakin şu zamana kadar sizden sakladığım bir gerçek var. Birinci yıl kaydını yayınladıktan takriben on dakika sonra, o günün aslında blogun birinci yılı olmadığını fark ettim. Evet. Blogun ilk kaydı, 16 değil 18 Temmuz 2009 tarihinde yapılmış meğer. Sonra Blogger'ın teknolojisinden faydalanarak ilk kaydın tarihini 16'ya çektim. Kimse anlamadı. Güldük eğlendik.

Kamuoyundan özür dilerim.

s.

27 Eylül 2009 Pazar

Anı 15: Okoronkwo..


Sene ya 2001 ya 2002. Emin değilim. Emin olduğum tek şey, o dönemlerde deliler gibi bir oyuna sardığım. Championship Manager 01-02. "Küçük" başlıklı yazıda bahsettiğim Football Manager'in biraz ilkel versiyonu işte.

Yalnız işin kötü yanı, o zamanlar evimizde bulunan Windows 95'li bilgisayarla, bu oyunu oynamam imkan dahilinde değil. Onu sadece Paint'i açmak için kullanabiliyorum. Ben de evimin iki sıra yanındaki Internet Cafe'den yürütüyorum teknik direktörlük kariyerimi. Pek hazzetmesem de Fenerbahçe'yi almışım, kadrosu güçlü diye. Seneleeer, seneler geçmiş. Şampiyonluklar, şampiyonluklar. Internet Cafe'nin resmi oyunu haline gelmiş artık benim Fenerbahçe kariyerim. Gelip de bilgisayarın başına oturunca ben, çevremi üçer beşer insanlar sarmaya başlamış. Bir aile gibi yönetiyoruz takımımızı.

Neyse efendim 10. senemde ise kariyerimin en büyük başarısını elde ederek Şampiyonlar Ligi finaline yükseldim. Rakibim ise, o oyunun tartışmasız en iyi takımı, Roma. Bilgisayarın başında heyecanlı kalabalık izliyoruz maçımızı. İzliyoruz dediysem, "O topu ona attı, öteki sağa yolladı." diye yazılar çıkıyor ekranda, onu izliyoruz. Sadede gelelim, maç 0-0 beraberlikle sonuçlandı. Biz hâlâ umutluyuz. Uzatma dakikaları oynanıyor.

Benim takımımda Okoronkwo diye bir adam vardı. Isaac Okoronkwo. Hakkını yemeyeyim, çok iyi oynardı. Bana az maçlar kazandırmadı. Lakin Roma-Fenerbahçe maçının 119. uzatma dakikasında, topu kendi ağlarına gönderiverdi bu Okoronkwo. Kendi kalemize attığımız bu golle, maçı 1-0 kaybettik. Onlar kazandı.

Internet Cafe'mizde ölüm sessizliği. Herkes susuyor. Bir tek ben ayağa kalktım. Gittim. "Ne kadar abi benim borcum." dedim, ödedim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. O dönem bildiğiniz gibi zaten ota boka ağlayan ben, binlerce taraftarın önünde kupayı kaptırınca iyice dağıldım. Oyunun tadı kaçtı. Devam etmedim. Birkaç ay sonra Internet Cafe kapandı. O bilgisayar başındaki kader yoldaşlarımı bir daha hiç göremedim. Okoronkwo bozdu o tılsımı. O günden beri, ne zaman Okoronkwo adını duysam spor gündeminde, içim bir cız eder.

s.

17 Eylül 2009 Perşembe

Rüya 2: Marsilya..


Aylaaaar aylar önce, "Rüya 1" diye bir şey yazmışım, çizmişim. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş. "Rüya 2" bir türlü gelmemiş. Sanmayın ki o zamandan bu zamana rüya görmedim. Şimdi de "1" yazıp bırakmayalım öküz gibi diye yapıyorum bu "2"yi.

Rüyanın görülme tarihi, Eylül 2007 olmalı. Zira rüyada bahsi geçen Beşiktaş-Marsilya Şampiyonlar Ligi A Grubu mücadelesi, 18 Eylül 2007'de yapılmış. Peki ya bu maçla benim alakam nedir? Ben maç öncesi oluşturulmuş bir heyetin üyesi olarak Fransa'ya gidiyorum. Peki ya bu heyetin görevi nedir? Marsilya sokaklarında deprem sonrası oluşmuş yarıklarla alakalı incelemelerde bulunmak. Bu noktada "Sizin niteliğiniz nedir ki?", "Bunun maçla alakası ne?", "Ne depremi ya?" gibi mantık çerçevesindeki sorular sormaya lüzum yok. Ben de bilmiyorum.

Efendim bu heyetin içinde benimle birlikte bulunan adamlardan biri de, o dönemki lise matematik öğretmenim, Hakan Tuna. Biz üzerimizde beyaz önlüklerle Marsilya sokaklarında o sokak senin bu sokak benim dolaşıyoruz Cartel gibi. Gerçekten de sokaklar çatlaklarla, derin yarıklarla dolu. Sanırsın çocukluğum Marsilya sokaklarında geçmiş, öyle de net görüntüler.

Efendim böyle Marsilya turu yaparken uzaklarda toplanmış bir kalabalık görmeyelim mi. Yetkili heyet olarak hemen duruma müdahale etmeye gidiyoruz tabii. Beyaz önlüklerimizle koşup vardığımızda ise gerçekten son derece vahim bir görüntüyle karşı karşıyayız: Bir puding gölü. Yani herhalde büyük Marsilya depremi sonrası oluşan kocaman bir yarığın için pudingle dolmuş, burası oluşmuş. Heyetten arkadaşlarla mantık çerçevesinde düşünüp vardığımız sonuç bu.

Sonra? Sonrası şu ki, benim kafam o anda bir şeylere atıyor, koşup koşup kendimi puding gölünün içine atıveriyorum, kaybolup gidiyorum. Ancak sonra rüya kamerası benim bakış açımdan çekmeyi bırakıyor olacak ki, devamında gelişen olayları görebiliyorum. İnsanlar panik halinde "Çocuk düştü kayboldu!" diye bağırsa da, matematik öğretmenim Hakan Tuna yürekleri yakan demeci veriyor: "Bağırmayın, o artık öldü."

İşte böyle. Neydi beni bu yoğun puding dünyasının içine atan hâlâ merak ederim. Yoksa depremde yara almış çilekeş Marsilya halkı mı? Ya da Beşiktaş'ın Marsilya deplasmanında aldığı acı mağlubiyet mi? Belki götümün açıkta kalması da olabilir. Emin değilim.

s.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Splitter..


Dikkatinizi çekmiş midir bilmem; on günü aşkın süredir blogdur tarihtir bilmem nedir hiç alakam yok. Peki ya neden? Takipçilerimi böyle sorumsuzca terk edip ortadan kaybolmamın nedeni neydi ki? Üretim sancısı çekip kendimi odama mı kapatmıştım yoksa? Belki de bu yaptıklarımın manasızlığını fark ederek uzaklara gitmişimdir? Hayır dostlarım, hayır. Bu uzun ayrılığın sadece tek bir açıklaması var: İnternetim bozuldu.

Gördüğünüz gibi böyle blog ortamlarında atıp tutmanın, "İşte Menderes de böyle yaptı bik bik bik." diye utanmadan tarihi yeniden yazmanın da bir sınırı var. İnternet gidiverdi mi ne tarih kalıyor ne bir şey. Peki neydi bu arızanın sebebi? İşte yaklaşık bir hafta bu işin peşine düştüm. Telekom arıza servisi 121'i arayıp, bant kaydındaki karının talimatlarını umarsızca uygulayarak derdime derman aradım. Yeri geldi Telekom'un yerine gidip daralttım insanları.

Daha sonra bu meramımı bir dostuma açtım dost meclislerinin birinde. Tesadüf bu ya, zamanında o da aynı dertten muzdarip imiş. "Yoksa modemdeki DSL ışığı mı yanmıyor lan?" diye sorunca bizim arkadaş, içimi nasıl sevinç kapladı anlatamam. "Evet" dedim. "Evet ne yapıcam lan?!" "Splitter bozulmuştur." dedi. "O ne lan." demeye kalmadan ne olduğunu da açıkladı "Hani kibrit kutusu gibi, modemin kablosu falan bağlı." diyerek. Anladım ki odamın kapısının üstündeki kabloların birleştiği o gizemli şey, splitter imiş.

Aradım sordum. 5 liraya bir splitter buldum aldım. Eve geldim. Taktım. Olmadı. Modemi açıp kapattım. Yine olmadı. Sonra tam umutsuzca pes etmeyi düşünürken, modemin arkasındaki bir kabloyu iyice bir ittirdim. Işık yandı. Söndü. Bir daha ittirdim. Yandı. Sönmedi. İnternetim gelmişti.

Şimdi bu durumda iki ihtimal var: 

1. Splitter'ı değiştirince düzeldi aslında benim internetim. O kabloda da bi temassızlık olmuş herhalde o sırada. Zaten ben onu daha önce itmiştim olmamıştı. Hehe.

2. Splitter'da bir sorun yoktu ki zaten kafamı skeyim. O kabloyu ilk günden ittirseydim bunlar olmayacaktı. Allahım ya.

Ben birinci ihtimalin doğruluğuna inanmak istiyorum. Öyle oldu bence. Yoksa kabloyu ittirmeyi önceden akıl edemeyecek değiliz hayret bir şey. Neyse.

s.

3 Eylül 2009 Perşembe

Ramazan..


Bir ay sonra yeniden merhabalar. Yaratıcılık sıkıntısı çekiyor olsam gerek; geçen ay tatildi "Tatil" diye yazı yazdım, şimdi ramazan ayı geldi "Ramazan" diye yazıyorum. İdare edeceksiniz artık. Öncelikle söyleyeyim, bu satırların yazarı için ramazan ayının ifade ettiği en büyük anlam, pidedir. Bir de ramazan sonunda bir ay çılgınca oruç tutmuşçasına bayram yapmayı çok sever. Öyle de bir insan. 

Biraz daha küçük yaşlardayken ilgiliydim sanki bu konularla. Ne bileyim akşamüstü önce iftar programları başlardı, çiçekler açardı pat diye. "Aksaray Merkez Camii" gibi yerlerde hoş sohbetler yapılırdı. Zannedersem bunlar hâlâ yapılıyor. Ama bir şeyin eksikliği var. Dikkat ediyorum son 2-3 ramazandır Anthony Quinn arkadaşımızın rol aldığı "Çağrı" filmi 30 parçaya bölünüp iftar öncesi yayınlanmıyor. Oysaki beni öyle etkilerdi ki "Çağrı", o sakallı makallı Anthony Quinn'i peygamber zannetmeye başlamıştım. Başka filmini izleyemez oldum adamın. Bir oyuncudan ziyade kutsal biriydi o benim için. Yavaş yavaş bu Anthony Quinn korkumu yenmeye çalışıyorum.



Bir de dedim ya, pide var ramazanda. Anthony Quinn'in yokluğunda ben bir çağrı yapmak istiyorum bu sene, fırıncı arkadaşlara. Ulan her zaman yapsanıza şu pideyi! Tamam anladık, bu aya özgü bir şey, gelenek melenek de; çok güzel be kardeşim. Ramazanın gelişini bir "Yeşil kapaklı kola." reklamlarından, bir de bu caanım pidelerden anlıyorum şerefsizim. 

Bir de ramazanla ilgili utanç verici bir yanılgımdan bahsedeceğim sizlere izninizle. Baştan söyleyeyim, küçüktüm! Valla kaç sene önce öyle sanıyordum. Neyse söylüyorum: Şimdi böyle televizyonda falan bir "İftar" saati, bir de "İmsak" saati söyleniyor ya. Heh. İftarı anladık da, ben İmsak olayının mantığını pek kavrayamamıştım. İmsak saati 04.53 olsun misal. Ulan meğer o saate kadar yemek içmek serbestmiş, sonra oruç başlıyormuş. Ben sanardım ki 04.53'te kalkıp yatana kadar deli gibi yeme hakkımız var. İnsanlar o saatte kalkıp deli gibi tıkınıyor, tıkınmaları bitince de yatıp uyuyor ve sabah uyandıklarında oruç tutan insanlar haline geliyor sanıyordum ben. Tamam, üstünde düşününce olayın mantıksızlığını ben de kavrıyorum. Ama tekrar söylüyorum bak, çok küçüktüm, üstüme gelmeyin!


Bayram ne olacak peki? Efendim orucunu tutmuş, dini sorumluluklarını yerine getirmenin huızuruya dolup taşan insanların bayram etmesini son derece yerinde bir davranış olarak görüyorum. Peki neden bayram gelincealtı aydır oruç tutuyormuş gibi bir şenlik havası oluyor bende? Neden tatlıları börekleri benim götürdüğüm yetmezmiş gibi paraları da ben topluyorum? Ayıp değil mi lan?

Başka bir şey kalmadı herhalde. Sizlere tavsiyem; saatlerinizi iyi kurun, imsak saatinde kalkıp anında başlıyoruz tıkınmaya, anlaştık? Bir de "Ramazanda kilo almamanın sırları!!11!"nı istiyorsanız bilumum ana haber bültenine başvurabilirsiniz, imkanınız yoksa ben senelerdir izliyorum cevabını vereyim: "İftarda birden bire çok yemeyin!" Yazımı sonlandırırken hepinize şu sorayı sormazsam da huzura eremeyeceğim: Hacı yazın daha da zor oluyordur bee, di mi?

s.

Not: Yukarıdaki yazı Blog Dergisi'nin Eylül sayısında yer alacak ama siz çok şanslı olduğunuz için şimdiden okuyabildiniz bile.