9 Aralık 2010 Perşembe

17 Kasım 2010 Çarşamba

Misli..


Severim futbolu. Hani üzerine hisli hisli yazılar yazacak, hayata benzerliği üzerinden sevimli tespitler yapacak kadar değil belki ama; televizyonun başına geçtim mi de Ntv Spor'u açarım arkadaş. Sorsan sayarım Beşiktaş'ın 11'ini yani. Ha ama, işin teknik boyutuna girdik mi, orada haddimi bilirim dostlarım. Anlamam yani. Maçı izlerken savunma bloğundaki kopukluğu, orta sahadaki düzensizliği filan pek sezemem, öküz gibi topu izler gözlerim. Anca "Bi takım gol atsa maç zevkli olucak ama...", "Abi orta yapıyo iyi de kafa vurucak adam yok ki." gibi sığ yorumlar yaparım ekran karşısında.

Bu seviyede futbol kültürüyle de maçların nasıl sonuçlanacağına dair mantıksal çıkarımlar yapmak pek mümkün değil, takdir edersiniz ki. Hele ki bu çıkarımları kağıda döküp, bahis sektörünün ekmeğini yemek, hiç mümkün değil. Lâkin biraz hadsiz bir insan olduğumdan, zaman zaman bu işe de kalkışıyorum. İddaa oynuyorum arada.

Oynuyorum dediğime bakmayın dostlarım, pek beceremiyorum aslında. Hayır hayır, yanlış anladınız! Maçları zaten bilemiyorum da, kuponu doldurmayı da pek beceremiyorum yani. Geçen oynadık misal, dört tane maç yazıverdim kağıda. 10 yaşında piçler bile tıkır tıkır doldururken kuponları; ben oynadığımız maçlara bir göz atınca, oldukça sarsıldım. "Abi bu maçta birinin 10 farklı yenmesi lazımmış yaa.", "Aaa olum ben ilk yarı Lazio demişim lan hassktiir." şoklarını yaşadım üst üste. Bırakın maçın sonucunu bilmeyi, sığ düşüncelerimi kağıda bile dökmekten acizdim.

Böyle 15-20 kere falan oynamışımdır herhalde. Yine geçenlerde bir dost meclisinde, geçtim o yeşil yeşil programın başına. Bu kez vaktim de yoktu, zira "Beyler Bursa maçına 10 dakika var, onu yazacaksanız acele edin." şeklinde daraltıyordu beni tezgâhın başındaki kara vicdanlı. 4 tane maçı yazıverdik umarsızca. Neyse ki bu kez kuponu doğru doldurmayı başarmıştım tecrübeli dostlarımın yardımıyla. 1'e 15 veren kuponumuz hazırdı. Yine "Abi Wolfsburg on ikinci, Schalke on beş. Çok sakat maç berabere biter." mantığıyla hazırlanmış, yüzeysel bir kupondu ne yazık ki. Schalke 04 kulübü başkanı gelip "Pardon arkadaşım, bizim takımdan 5 oyuncu sayar mısın?" dese, söyleyecek lafım yok .mına koyim.

Lafı fazla uzatmayayım, kupon bir şekilde tuttu efendim. Vallahi bak. Tarifsiz hisler yaşadım. Son maçın bitiş düdüğünün üzerinden 1 dakika geçmeden, İddaa bayiinde aldık soluğu. 45 Lira. Hiç fena değil. Şimdi, yirmi senelik ömründe 1 (bir) kez yaşamışsan bu sevinci, fazla uzatma di mi ama? Al paranı geç. Bırak bu işleri. Şansın yaver gitti, çıkardın işte senelerin zararını?

Bu sabah kısa bir yürüyüş yaptım İzmir sahillerinde dostlarım. ATM'ye de uğradım. "Ödemeler" sekmesinden, "Şans Oyunları"na ulaştım. Misli.com hesabıma 10 lira aktardım. Mâlum bugün milli maçlar var. Şimdi izninizle takımları analiz etmeye gidiyorum. Hollanda tam kadroymuş, bizi yener. Almanya da oturmuş bir takım sonuçta, tokatlar geçer İsveç'i. 

s.

Edit 1: Ulan "İddia"yı "İddaa" diye yazan bir nesil yetiştirdiniz, şimdi de benim cebime göz diktiniz şerefsizler.

Edit: 2 Lira yatırdığım ilk kuponumda yazdığım 4 maçın, 4'ü de yattı. Pes etmeyeceğim.

31 Ekim 2010 Pazar

10 Eylül 2010 Cuma

Dangerous Liaisons..


Vicomte de Valmont: I'm not going to deny that I was aware of your beauty. But the point is, this has nothing to do with your beauty. As I got to know you, I began to realize that beauty was the least of your qualities. I became fascinated by your goodness. I was drawn in by it. I didn't understand what was happening to me. And it was only when I began to feel actual, physical pain every time you left the room that it finally dawned on me: I was in love, for the first time in my life. I knew it was hopeless, but that didn't matter to me. And it's not that I want to have you. All I want is to deserve you. Tell me what to do. Show me how to behave. I'll do anything you say.

(Güzelliğinin farkında olduğumu inkâr etmeyeceğim. Lâkin, bu güzelliğinle ilgili bir şey değil. Seni tanımaya başladıkça, güzelliğinin özelliklerinin en değersizi olduğunu fark ettim. Senin erdeminden büyülendim ben. Onun içinde kayboldum. Bana neler oluyor, anlamıyordum. Ne zaman ki, her odayı terk ettiğinde o fiziksel acıyı hissetmeye başladım, işte o zaman kafama dank etti: Aşıktım, hayatımda ilk kez. Bunun umutsuzbir aşk olduğunun farkındayım, ama fark etmiyor. Ayrıca, bu sana sahip olmak istediğim anlamına gelmiyor. Tek istediğim seni hak etmek. Bana ne yapmam gerektiğini söyle. Nasıl davranmam gerektiğini. Dediğin her şeyi yapacağım.)

***

Efendim lafı fazla uzatmayacağım. Geçenlerde bir film seyrettim: Dangerous Liaisons. Tehlikeli İlişkiler. İlişki dediysem, bildiğin cima etmek anlamında ha, bilesin. Sene 1782. Bu Valmont, o dönemin ağır s.kicilerinden. İşi gücü yok, hali vakti de yerinde, karıya kıza sarkıyor. Olayı o. Ha ama "sarkıyor" dediysem, nah yukarıdaki gibi sarkıyor işte. Tek amacı hanımı yatağa götürebilmek, ama tarz budur. Yanlış anlama olmasın. 

Şimdi Valmont bunları bana dese, benim gözlerim parlar. O derece yani. Diyeceğim; 228 sene önce bu işler bu şekilde yürürken, şimdi "Canım, arkadaşın evine gidelim istersen, çok kalabalık oldu burası, he?" eşiğine nasıl geldik lan?  İnsanoğlu olarak bir ilerleme kaydetmemiz gerekmiyor muydu bizim? Şimdi ben orada burada "Beyler yengenizle bu akşam bir şeyler olabilir. Tsıhıhıhı.", "Abi içkili ortam olacak sonuçta, belli olmaz." diyen arkadaşlarımı ve kendimi bir kenara koyuyorum, Valmont'u bir kenara koyuyorum. Asıl tehlikeli ilişkiler bizimkiler lan. 228 sene diyorum canım, aloo?

s.

***

Not: Evet yukarıdaki gibi şeyler konuşuluyor, üzgünüm.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Visual Artist..

Kim istemez ki şu fani dünyada şöhreti alsın yürüsün dostlarım. Hepimiz istiyoruz tabii. Hani şöhret dediysek, karı-kız ortamında yüksek seviyede bir itibar bile yeterlidir çoğu zaman, yanlış anlamayın. İşte bu yüzdendir ki; kendimizi geliştirmeye çalışıyor, yeteneklerimizi keşfetmeye uğraşıyoruz.

Hani biz uğraşmasak bile, küçük yaştayken ailelerimiz uğraşıyor pek çok kez. Kurslara yolluyorlar bizi. Kurs içinde kalıyoruz. Eskrime başlıyoruz misal. Keman çalıyoruz. Yüzmeye gidiyoruz. Bazen çocuk yürüyor gidiyor o alanda, çoğu kez cacık olmuyor. Bazı çocuk kendine bir uğraş buluyor, bazısı bulamıyor. İşte o "bulamayanlar"ın bir kısmı da, ergenliğin ardından başlıyor paniğe tabii. Akranları yüzme şampiyonalarında altın madalya kovalarken, şan derslerinde fink atarken; "Mal gibi kaldık lan." diye düşünüyorlar. Böyle düşünenlerden belli bir gelir düzeyinin üstünde olanlar da, fotoğraf sanatına gönül veriyor pek çok kez.

-At worst, I feel bad for a while, But then I just smile, I go ahead and smile.

Durun dostlar, kızmayın hemen! Sanmayın ki burada fotoğraf sanatına taş atıyorum. Sanmayın ki sanatını başarıyla icra eden arkadaşları karalıyorum. Hepsini tenzih ederim. Benim derdim, rahat batması vesilesiyle fotoğraf sanatına gönül veren dostlarla. Hayır yani; tamam anladım rahat battı, maddi olanakların da "Nikon DX48309244BQ" tadında milyarlık bir aleti karşılamaya yetiyor. Hay hay. Güle güle kullan. Lakin nedir bu orada burada "Visual Artist" kafasında dolaşmak? Nedir bu özgüven canım kardeşim?

-When people run in circles, It's a very very, mad world, mad world... 

Eşi dostu da maymun ediyorsunuz sonra.  Yamuk yumuk fotoğraflarını çekiveriyorsunuz insanların, sonra aratıyorsunuz Google'da "How to create sepia tone", "How to create sepia tone in photoshop" deyü. Bas efekti. Koy alta şarkı sözünü. Sonra ver elini Deviantart. Neymiş efendim, "Art community". Canım zaten bayılmışsın makineye mangırları, eşşeğin oğluna versen o da çekecek o fotoğrafı, 2.1 megapixel Nokia ile çekmiyorsun ya. Sepyayı da bilgisayar hallediverdi. Şarkıyı da Lily Allen yazmış. Şimdi kusura bakma da yapacağın görsel sanatın içine sıçayım canım kardeşim. 

Bak tekrar diyorum, bu işe gönül vereni görüşlerimden tenzih ederim. Lakin bilmiyor muyum lan ben sizin ortamlarda reputation'unuza +1 puan eklemek adına bu maymunlukları yaptığınızı. HA? Akşam akşam sinirlendirdiniz lan beni. Ben gidiyorum. Lig başlıyor. Haydi Beşiktaş.

                                -I wish I could caress, caress, caress...
                                -Siktir git lan sen de.


s.

20 Temmuz 2010 Salı

Saçma 7: Judge Dredd..


Tıkla, büyüsün.

s.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Zevk..


"Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlar olmasa da olur." -Oscar Wilde

***

Geçenlerde İnci Pastanesi'ne düştü yolum. İstiklal Caddesi'nin üstünde küçük, izbe bir mekan. "Profiterolleri çok meşhurmuş da, annemler hep öğrencilik yıllarında gidermiş de." İyi dedik, gittik. Duvarda Muazzez Ersoy'un profiterol yerken çekilmiş fotoğraflarını görünce mekânın şanına şöhretine ikna oldum. Yedik. Merak etmeyin dostlarım, Haşmet Babaoğlu tadında sürdürmeyeceğim bu yazıyı. İyiydi güzeldi profiterol. Lakin bizim İzmir'de evin oradaki "Sindoma Profesör Unlu Mamüller"in yaptığı profiterolü getir, onu da yerim. O da güzel.

Maç seyrettim sonra, malum Dünya Kupası. Ömer Üründül yorumluyor maçları, bilirsiniz. Oradan buradan duyuyorum; yok efendim "Ömer Üründül'ün yorumladığı maçlarda sesi kapatıyorum", yok efendim "TRT'ye tahammül edemiyorum netten takip ediyorum." filan. Anlam veremiyorum. Hayır yani, anana küfretmiyor ya bu adam. Kendi çapında bir şeyler söylüyor sonuçta. Bana Ömer Üründül'ü getir onu da dinlerim. İlker Yasin konuşsun, yine televizyonun sesini kapatmam herhalde. O da olur.

Sonra Çeşme'ye düştü yolum geçenlerde ayıptır söylemesi. Amele gibi soyulmamak adına bir güneş kremi alalım dedik. Girdik markete. "Lure Güneş Kremi" var. Başka da yok. İyi dedim, alalım. Nereden düştüm bu hataya. Yok efendim "Nivea olmazsa olmazmış.", yok efendim "Bilinmedik krem kullanılmazmış." Yani tamam. Haklısınız tabii, Nivea daha çok güven veriyor Lure'den, lakin ebemiz sikilmez ya bir gün de onu sürsek? Bana olur yani. O da güzel. O da krem, sürülüyor sonuçta.

Çıktık sonra İnci Pastanesi'nden. "Nasıl?" dedi annem. "İyi yani, ne bileyim, profiterol işte." dedim. "Sen ne anlarsın be, seni getirende kabahat." diye sitem etti annem.

***

"Olur abi, fark etmez bana yani." -Sinvegur

s.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Ekonomi..


3 Haziran 2010 tarihinde "Econ210" finalim var. Makroekonomi. Ne yazıktır ki, konuyla uzaktan ya da yakından herhangi bir alakam yok. Elimde tuğla gibi bir fotokopi. İçinde "Gross Domestic Product" gibi, "Short Run" gibi şeyler yazıyor. Bilmiyorum. 

Bugün 24 Mayıs 2010. Saat 00.36. Bilgisayarımın başındayım. Normalde, ders çalışmamak için Youtube'dan "Unbelievable goalkeeper mistakes" falan gibi videolar izliyor olmalıyım şu sıralar. Lakin bu kez karşımda Bağımsız Türkiye Partisi'nin web sayfası açık. "Milli Ekonomi Modeli"ni okuyorum: Prof. Dr. Haydar Baş'ın ülkemizi aydınlık yarınlara götürecek, çığır açan ekonomik sistemini. Görüyorum ki; ülkemizin 3.5 katrilyon dolarlık bir yer altı zenginliği varmış. Görüyorum ki; bu ekonomi modeliyle herkese 500 TL vatandaşlık maaşı verilecek, asgari ücret 3000 TL olacakmış. BTP iktidarının 18. ayıyla birlikte, elektrik bedava olacakmış. Doğan her çocuk için ailelere ödenecek 15.000 TL de cabası. Anladığım kadarıyla bu değirmenin suyu da "para basmak"tan geliyormuş. Bildiğin böyle, durmadan para basacakmışız para basma makineleriyle.

Sorarım sizlere, nasıl oturup da inanarak okuyayım ki ben şimdi önümdeki ekonomi kitabını? 161 sayfa burada "Demand for goods" diyor, "Changes in income" falan diye saçmalıyor. Farkında değil mi bu insanlar Haydar Baş'ın? Farkında değiller mi "Milli Ekonomi Modeli"nin? Hâlâ neyin mücadelesini veriyoruz ki? Çalışmayacağım ulan. İş, aş, Haydar Baş!

s.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Nazar..


2010, Şubat ayı. İzmir. Sömestr tatilinin son bir haftasına girilmişken, akşam akşam rahat batıyor, halı saha maçı yapmaya karar veriyorum buradaki dostlarımla. Mekan, İzmir'in güzide olmayan liselerinden, "İnönü Lisesi". Kalkıyoruz gidiyoruz.

Karşılaştığım görüntü son derece ürkütücü. Zira "Halı saha" diye gittiğimiz yerin parkeyle kaplı kapalı bir spor salonu olduğunu görüyorum. Her türlü pisliğe, sakatlığa müsait bir alan yani. Hele kendini yerden yere vuracak bir kaleciyseniz. Kaderimin kollarına bırakıyorum kendimi, dalıyorum sahaya. Sahadaki insanların sadece ikisini tanımam ve bu iki insandan birinin maçın hemen başında talihsiz bir sakatlık geçirerek oyundan çıkması, beni zaten yeterince geriyor. Bir de bunun yanında rakip takımın 40-45 yaşlarındaki balina görünümlü 130 kiloluk forvet oyuncusu amca, sıkıntımı ikiye katlıyor.

Maçın son on dakikasına kadar iyi kötü bir performansla, sakatlık çıkmadan giriyoruz. Güzel. Lakin uzaklardan gelen tehlikesiz bir hava topunu bok varmış gibi yumrukla uzaklaştırma çabasına giren bendeniz, heyecanla koşarken karşımdan gelen 130 kiloluk tehlikeyi göremiyorum. Hâl böyle olunca suratımı bu tehlikenin 20 kiloluk omzuna yapışmış halde buluyorum. 

...

Olaydan bir ya da iki gün önce Messenger teknolojisiyle iletişime geçtiğim bir arkadaşım, burnumla ilgili birtakım yorumlarda bulunuyor. Burnumun nasıl hokka kıvamında olduğundan, adeta bir kaydırağı andırdığından falan bahsediyor coşkuyla. Sağolsun.

...

Hay skeyim hava topunu arkadaş ya. Hayatını yeşil sahalarda kazanan usta bir file bekçisi edasıyla topu çıkarıyorum belki ama, burnumun kan revan içerisinde kalmasını engelleyemiyorum. Maç bitiyor. Eve gidiyorum. Buz muz. 

Aynaya baktığımda burnumda bir terslik seziyorum. Ulan bildiğin yamulmuş burnum? "Anne bu ne?" diyorum, "Baba burnum yamuldu?" diye haykırıyorum. Duyarsız ebeveynimin "Yeeaaa ezik olmuş oğlum bişey olmaz bi haftaya geçer." cevabıyla bir nebze olsun rahatlıyorum.

...

2010, Mayıs ayı. Ankara. Hani lan ezikti? Hani bir haftaya geçiyordu? HA? Okuyorsun di mi anne bunları? Okuyorsun biliyorum. Üç hafta sonra geliyorum, direkt doktora gideceğiz ulan. Halı saha maçındaki 130 kiloluk adam; yaşından başından utan lan. Hava topuna çıkacak yaşın geçti senin artık. Hadi dağılın.

s.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Pena..


Acısıyla tatlısıyla, doğrusuyla yanlışıyla, 20 senelik bir ömrü geride bırakmış yetişkin bir erkeğim. Sakalım falan var. Lakin 12 Mayıs 2010 Duman ODTÜ konserinde belime bağladığım ceketin üstüne düşen penayı çığlık çığlığa havaya sallayan, "Versene lan bi." diyen arkadaşlarını kibarca geri çeviren insan da benim. Üzdüğüm, kırdığım dostlarımdan burada özür diliyorum. Çocukluk ettim. Affedin.

s.

30 Nisan 2010 Cuma

Puf..

22 Nisan 2010 Perşembe

Twitter..


Sabah kalkar, işer, yüzümü yıkar, dişlerimi fırçalarım. Ekmeğe şokella sürerek, yanında meyve suyu ya da süt içerek güzel bir kahvaltı yaparım. Vaktim yoksa "Ülker Peki" falan yerim. Sonra dersim varsa, derse giderim. Dersim yoksa, bilgisayarımı açarım. 

Bilgisayarda muhtemelen Internet'e girer, 3-5 fiks sitemi açar malak gibi bakınmaya başlarım. Maillerimi kontrol ederim. Kaydadeğer bir mail görmem pek ihtimal dahilinde değildir. "Outletim.Com'da YENİLER GELDİ!!1", "GençFB saten atkılar çıktı (Beşiktaşlıyım ulan ben, niye her gün bu mail geliyor bana?!), "Türkiye İş Bankası Hesap Özeti" gibi mailler olur işte genelde. Internete girmemişsem film seyrederim. Seyrettikten sonra Ekşi Sözlük'ü açıp "Hmm ne demişler bakim." diye dolanırım. Film de seyretmiyorsam, mutlaka buraya bir şeyler yazıp çiziyorumdur. 

Nadiren spora giderim. Kollarıma mollarıma baka baka, göbeğimi içime çeke çeke, aynanın karşısına geçer dolanırım orada. Çıkınca banyo yapar, ayı gibi yemek yerim. Köftedir, patatestir, bulgurdur. 

Akşamları yine bilgisayarın başında oturmuyorsam eğer, bilin ki arkadaşlarımla dışarı çıkmışımdır. Onlarla da çok ilginç bir aktivitem olmaz dostlarım. Oturuz menüden biralara bakarız. Fiyat-Performans açısından en üst düzeyde olan birayı seçerek, gecemize renk katarız. Dışarı çıkmadıysak, okulda "Guitar Hero", "Langırt" falan oynarız. Yemek yeriz yine. Ne bileyim.

Neyse sadede geliyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, siz sevgili arkadaşlarım; siz de benim gibi yaşıyorsunuz. Çok çılgın hayatlarınız olmadığını ibretle izliyorum. Siz de köfte patatesle bulgur pilavı yiyen insanlarsınız. O halde soruyorum. Neden Twitter'a girip ne yaptığınızı yazıyorsunuz lan? Bana ne mına koyim sizin ne yaptığınızdan? En fazla orada burada "Bi ellilik alıyım ben." diye bira söylüyorsunuz yani. Hayret bir şey ya.

s.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Net..


Mediamarkt'a girdim dün kadim dostlarımla. Beyazın ve kırmızının birleştiği yer olan bu güzide mağazada dolanırken, telefon reyonlarının önüne geldim. Nokia'sından LG'sine, Motorola'sından Samsung'una yüzlerce telefon sıraya dizilmiş, müşterilerin ellerinde oyuncak olmuştu. Herkes bütçesine ve zevkine uygun modeli bulmak için yoğun bir arayış içerisindeydi. Görevliler vatandaşların yardımına koşuyor, "Maximum Card'a 4 taksit var." diye ürünleri pazarlıyorlardı. Her şey çok güzeldi. Ta ki ben gelene kadar.

"Abi Nokia'dan başka telefon kullanılmaz." dedim.

Net konuştum. Acıma duygum yoktu. Sony Ericsson, General Mobile, Motorola... Yıllarını telefon sektörüne vermiş bu firmaları ve senelerce okuyup teknolojiyi bir adım ileriye taşıyan bilim insanlarını, mühendislerini bir cümlemle siliverdim orada. Hemen yanıma geldi Nokia dışındaki telefon firmalarının yöneticileri tabii. "Pardon." dediler. "Nokia'nın olduğu bir piyasada telefon satmaya çalışmak tamamen bizim hadsizliğimizdi. Bütün ürünleri toplatıyoruz, yarın da kepenkleri indiriyoruz firmanın."

"Biraz da üst baş bakalım." diye düşündüm, Koton'a daldım. İlkbahar-Yaz kreasyonun cıvıl cıvıl ürünleri, raflarda alıcı bekliyordu. Doğanın içinden güzel renkler, Koton firmasının tasarımcılarının birikimiyle harmanlanmış, ortaya bu koleksiyon çıkmıştı. Soluma baktım, üç beş gömlek gördüm. Sağa döndüm, tişörtlere bir göz gezdirdim. Karşı tarafımda kot pantolonlar diziliydi. Arkamı döndüm, dostlarımı gördüm.

"Abi hiçbir şey yok burada çıkın." dedim.

Giyim sektörünün demirbaş firmalarından Koton da, netliğimden nasibini almıştı. Hemen yöneticiler geldi tabii. "Pardon." dediler. "2010 sezonunu yapamamışız, hata olmuş. Kısmetse 2011'e iyi bir koleksiyonla geleceğiz." Tasarımcılar, kasiyerler yastaydı. Koca sezon, bir cümlemle kapanmıştı. Hemen benzinler döküldü, 2010 yaz sezonu yakılarak tarihe karıştı.

Zor bir gündü. Dile kolay; giyimin ve elektroniğin devlerini bir kalemde silivermiştim. Binlerce kişiyi işsiz bırakarak, ocaklar söndürmüştüm. Artık biraz dinlenme vaktiydi. Dostlarımla birlikte birkaç bira almak üzere daldım markete. İflah olmaz bir Efes Extra sever olarak haliyle Efes dolabına yöneldim. Arkamdan zavallı bir pazarlamacı kızcağız, "Tuborg almaz mıydınız?" diye sesleniverdi.

s.

30 Mart 2010 Salı

Rüya 3: Marlon, Vivien & Ben..


Efendim ödev teslimlerine, sınavlara ramak kala, ders çalışmam gereken yerde, ben "Skerim böyle işi." diyerek 5 günlük mânâsız bir İzmir seyahati yaptım. Dün gece güzide seyahat firmalarımızdan "Anadolu"nun 23.00 otobüsüyle Ankara'ya doğru yola çıktım. Bileti daha önceden online olarak satın alan bendeniz; gerizekalı olduğum için, orta kapının önündeki koltukları seçmek niyetiyle orta kapının arkasındaki koltukları seçmişim. "Ee ne var lan bunda?" diyenler için, satın aldığım koltuklarda ayakları öne uzatmanın imkanı olmadığını belirteyim.

Hâl böyle olunca, bana sıkıntılar bastı. Uyku haram oldu. Uşak vilayetine kadar gözümü kırpmayan ben, mola yerinde içtiğim yayık ayranın etkisiyle, dönüşte kendimi rüya aleminin dehlizlerinde buldum. 

Rüyamızı siyah-beyaz olarak film tadında gördüğümüzü baştan belirteyim. Rüyamızın başrollerinde ise beyaz perdenin ağır topları Vivien Leigh, Marlon Brando, bir de ben varım. 

İlk sahnede henüz Marlon ortalarda yok. Bizse Viven Leigh ile birlikte yine şehirlerarası bir otobüste Ankara'ya doğru ilerliyoruz efendim. Koridor tarafında ben, pencere kenarında ise Vivien var. Daha doğrusu Vivien'in ayakları var, suratı yok. Tıpkı yukarıdaki gibi. Yolculuk esnasında ayaklarımı uzatamayan ben, muhtemelen bu olaydan çok etkilendiğimi ve durumun bilinçaltıma bu şekilde girdiğini tahmin ediyorum. Neyse. Sessiz geçen yolculuk esnasında muavinin "Kaptan binecek var." sesiyle irkiliyoruz. Otobüs yavaşlıyor, "Psssssss." sesiyle kapılar açılıyor. Ağır adımlarla otobüse binen, Marlon Brando'dan başkası değil. 

Bir Marlon Brando düşünün ki 23 otobüsüyle AŞTİ'ye gidiyor dostlar. Bir Marlon Brando düşünün ki muavine "Bu topkeklerin meyvelisi yok mu yeğenim?" diye soruyor, elindeki Türkmensu(c) marka suyu yudumluyor. Mola yerinde inip tuvalette "Yine kabız olmuşuz mnakii, hava değişiminden oluyo hep." diye düşüncelere dalan bir Marlon Brando düşünün lütfen. İşte o Marlon, bizimleydi otobüste. Kendisiyle selamlaşmamızın ardından, Vivien ve benim oturduğumuz koltukların hemen önüne, koridor tarafına yerleşti. Muavinden su istedi. Etrafı izledi. "Yanımız da boşmuş iyi yayılırız." diye düşüncelere daldı belki de.

Yolculuk sürerken, ben Vivien Leigh-Marlon Brando ikilisinin 1951 yapımı "A Streetcar Named Desire" adlı filmde başrolleri paylaştığını, birbirlerini gayet iyi tanıdıklarını birden fark ettim. Lakin Vivien'in ters oturuşundan olacak ki, Marlon otobüste yalnızca beni selamlayarak yerine geçmişti. Hemen dürttüm önümdeki Brando'yu. "Abi" dedim, "Vivien abla da burada, ona da merhaba de istersen, görmedin herhal."

Yanılmıştım. Marlon kulağıma eğildi. "Olm ayakları kafa yerinde olduğu için yengenin kafası da benim yan koltuğun altından çıkıyor. Bağladım manitayı öpüşüyoruz biz burada." diye durumunu anlattı bana. İçimden "Vay çakal." diye geçirdim, "Tamam abi keyfine bak sen." diyerek döndüm önüme.

Saat 7 sularında uyandığımda; ne Marlon ne Vivien oradaydı. Pencereden Başkent Üniversitesi'nin sarı otlarla kaplı kampüsünü gördüm. İleride oturan bir amca, "Vişne suyu var mı yeğenim?" diye haykırdı. Zor bir gün beni bekliyordu.

s.

27 Mart 2010 Cumartesi

The Last Temptation of Sinvegur..


Nereden bilebilirdim ki başıma gelecekleri, dün gece 22 sularında Scorsese'nin 88 yapımı filmini açarken? Seçilmiş kişinin ben olduğumu, girdiğim bu yoldan hiçbir şekilde dönemeyeceğimi, filmi izlemeyenler adına kendimi kurban etmem gerektiğini nereden bilebilirdim?

İşte böyle hiçbir şey bilmeden bastım "The Last Temptation of Christ.avi" dosyasına. Tipik bir Scorsese şaheserine benziyordu uzaktan. İki saat Kırk Üç dakikalık destansı bir sinema şöleni beni bekliyor olmalıydı. Goodfellas, Raging Bull, Taxi Driver, Shutter Island... Ne de olsa bu güzide eserlerin hepsi birer Scorsese yapımı değil miydi?

İlk 15 dakikayı geride bıraktığımda, yavaş yavaş kafamda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Jesus geliyor, Judas gidiyor, birtakım insanlar bir şeyler yapıyor... Neler oluyordu ulan filmde? Gerek filmin uyarlandığı romana, gerekse İncil'e olan yabancılığım; filmin içine girmemi engelliyordu. İşte tam bu sırada filmi kapatmam gerekirdi. Bu Scorsese yapımından bana hayır gelmeyeceği belliydi. Olmadı, yapamadım, "Hadi" dedim, "Belki ilginçleşir."

Nasıl ilginçleşsin ki a dostlar? Bizim İsa oradan oraya koşturuyor, dirliği düzeni sağlamaya çalışıyordu. Ara sıra başına gelen fantastik olaylar, duyduğu gaipten sesler, onun seçilmiş kişi olduğunu kanıtlıyordu. Lakin İsa da insandı. Onun da hisleri vardı. "Tanrım beni seçme be. Ben de çoluğa çocuğa karışayım, efendi gibi yaşayayım istiyorum. Böyle zaar gibi dolandırarak tüketme şu tatlı canımı. Başkasını peygamber seç onu kurban et gözünü seveyim." diye yalvarıyordu. Filmin olayı da buydu zaten. Can Dündar'ın "Mustafa"sı misali; Jesus Christ'ı değil de Jesus'u anlatıyordu film. Bu açıdan çok tepki çekmiş zaten. Hadi Mustafa'yı geçtim, bu adam koca peygamber bir de, çeker tabii tepki.

Filmin ilk saati geride kalırken, ben de başladım o gaipten sesleri duymaya. Bu filmi sonuna kadar izlemem gerektiğini, insanlık için bunu yapmam gerektiğini emrediyordu sesler. Lakin ben de insandım. Benim de hislerim vardı. Uykum da vardı tabii. "Tanrım bırak beni yatayım uyuyayım, Scorsese mcorsese dedik hata yaptık, bir de sen vurma." diye yalvardım. Ne yazık ki çabalarım sonuç vermedi. Kapatamadım filmi, bir güç beni engelledi. Devam ettim izlemeye. İki saati devirmiştim hiçbir şey olmayan filmde. Son yarım saate girerken, İsa bir hayal alemine gitti sevgili okurlar. Dağlara bayırlara çıktı. İşte tam da o esnada, ben de gittim onunla. Uykuya yenik düştüm. Rüyalar dehlizinde uzun bir seyahate çıktım....

Uyandım. Ekrana baktım. İsa da uyandı bu hayal aleminden. 10 saniye sonra da film sona erdi, "Directed by Martin Scorsese" yazısıyla karşı karşıya kaldım. İsa kurban edilmişti, tıpkı benim gibi. Yüzünde bir tebessümle ayrıldı bu fani dünyadan. Ben de bir tebessümle kapattım bilgisayarı. Yarım saati kaçırsam da, bitirmeyi başarmıştım bu filmi. Nefsime hakim olmuştum. Seçilmiş kişi olduğum ortadaydı. Huzurla uyudum, göçtüm gittim bu diyarlardan.

s.

17 Mart 2010 Çarşamba

Kan..


Efendim son derece rutin bir gün geçirmişim. Akşamına spora gidip 85 tane adamın arasında "Hmpfs. Hmpfs." diye abanmışım. Sıcak bir banyo yapıp, bilgisayarın başında boşa vakit geçiriyorum. "Hmm Inter-Chelsea maçı kaç kaç acaba." diye mânâsızca dolanıyorum bir siteden diğerine. Kısacası yatana kadar benim oradan kalkmam için, cidden rahat batması gerekiyor. Batıyor da zira. Kızılay ekibinin aşağıda hazır bulunduğu ve gönüllülerden bir ünite kan aldığı haberi geliyor kulağıma. "Ulan Livescore'u refresh edeceğime bir boka yarayayım lan." diye düşünüyor, kan vermeye aşağı iniyorum.

Aşağıda karşılaştığım görüntü ne yazık ki beni şaşırtmıyor. Kan bağışında bulunmaya hazırlanan tek tük adamlar, ellerinde başvuru formlarıyla "Ikhıkhı ıkıhıhı olm hayat kadınıyla ilişki kurdun mu diyor bak üç ay içinde ıkhıkhı ıhkhıkı." şeklinde şakalaşıyor. "Beleşe hayır diyenin zihnine turp sıkarım." felsefesini şiar edinmiş birkaç adam da, Kızılay'ın getirdiği Çokoprens ve meyveli sodalara abanıyor. Formu alıyorum, dolduruyorum. Kağıt üzerinde kan vermeme engel teşkil eden hiçbir şey yok. Sıraya geçiyorum. Doktorun karşısına oturuyorum tansiyonumu falan ölçsün diye.

Tam bu esnada "Bi soluklanak ya." diye giden Doktor Bey'in yerine, genç bir hanım geliyor. Tansiyonumu ölçüyor. Tansiyonumun düşük olduğunu, ayran içersem bu sorunun üstesinden gelebileceğimizi belirtiyor. "Peki." diyorum. İçimden "Hay skicem arkadaş akşam akşam." diye geçirerek bir kutu ayranı içiyorum. Döndüğümde hanım kızımızın gittiğini, Doktorun geri döndüğünü görüyorum. "Ayrana tuz ektin mi?" diyor. "Demediniz öyle bir şey." diyorum. "Ek ek." diyor. "Peki." diyorum. Bu kez daha ağır küfürler ede ede ikinci ayranı içiyorum, tuzlaya tuzlaya. Resmen kanımızla rezil oluyoruz. Neyse. Tansiyonum normal seviyeye geliyor. Yedi sene tıp fakültesi okumuş, bu uğurda saçlarını dökmüş olan Doktor Bey de "Son üç ayda vukuat yok di mi hayat kadınlarıyla filan ıshsıhsıhsıhı." esprisini yapıp, başvurumu onaylıyor.

O güne kadar kan vermemiş olan ben, bu işlemin enjektörle yapılan bir işlem olduğunu zannediyorum mal gibi. Böyle alacak kanı birkaç saniyede, hoop kalkıp gideceğiz zannediyorum. Lakin yan tarafımdaki çocuğun bir tüp dolusu kanının aheste aheste çekkildiğini görünce, biraz irkiliyorum. İliği kemiği kurumuş çocuk beni "Ulan insanlara can veriyoruz iyi hoş da, kendi canımızdan olmayalım lan. Bi punduna getirip bütün kanımızı çekmesin bu lavuklar." tadında düşüncelere gark ediyor. "Neyse olan oldu, o kadar ayran içtik." diyor, kendimi Türk hekimlerine emanet ediyorum.

10 dakika kadar çekiyorlar kanı. Fazla bir ağrı sızı yok. Güzel. İşim bitiyor, kalkıyorum. Masaya oturup Kızılay'ın ikram ettiği vişneli gazozu ve Çokoprens'i fütursuzca tüketiyorum. "Bu kanınızla üç kişi hayat bulacak." diyorlar, hoşuma gidiyor. Yanımda form dolduranlara "Üç ay içinde hayat kadınıyla olduysan yalnız olmuyor ıkhıhkhsıhkshı." diye takılıyorum ağzımdan kırıntılar saça saça. Maçı da Inter kazanmış 1-0.

s.

1 Mart 2010 Pazartesi

Socrates..


Mâlum bu dönem felsefe dersim var. Ben de sabah oturmuş, ilk hafta küçük deftere yazdığım notlarımı büyük bir hevesle tertemiz, yepyeni defterime geçiriyordum. Konumuz da Socrates falan.

Şimdi şöyle ki; Socrates, zamanında Atina taraflarında ikamet ederken, "Ulan" demiş, "Mal gibi yaşıyoruz yemin ediyorum. Ne lan bu? Bundan böyle kendimi ilme adıyorum." Buraya kadar ilginç bir şey yok. Zira bu tarz şeyleri ben de düşünüyorum sık sık. Misal Facebook'ta sağ üstte bir "Suggestions" kısmı var, bilirsiniz. Tanıma ihtimaliniz olan insanları listeleyen faydalı bir uygulama. İşte ben de bazen kendimi, orada çıkan lüzumsuz insanları çarpıya basa basa geçerek "Acaba bir ekmek çıkar mı?" umuduyla bakınırken buluyorum. Ben de o anlarda tıpkı Socrates gibi "Ulan" diyorum, "Mal gibi yaşıyoruz yemin ediyorum. Ne lan bu? Bundan böyle kendimi ilme adıyorum."

İlginç olan nokta şurada başlıyor: Socrates kendini ciddi ciddi ilme adıyor. "Hayatın zevklerine de, karıya kıza da lanet olsun. Bundan böyle şehre inip zaar gibi dolaşıcam, millete hayatın anlamını sorgulatıcam." gibi ulvi bir amaç ediniyor kendine. Tabii böyle şehirde dolanıp "Şşt birader bi bakıcan mı? Arkadaşım bişey sorucam gelir misin?" diye insanları darlayınca, Atina polisi gözaltına alıyor bizim Socrates'i. Çıkartıyorlar mahkemeye; yok efendim sen niye milletin huzurunu kaçırıyorsun, yok efendim elalemin karısında kızında mı gözün var. Başlıyorlar bizim Socrates'i karalamaya. Socrates de ünlü savunmasında "Allah belanızı versin, öldürün lan beni kaçmıyorum sizden." diyor, kendini bu pis adalete teslim ediyor. Tabii böyle benim anlattığım gibi demiyor. Bin bir türlü şey geçiriyor kafasından. Nedenleri var. Bu nedenleri de dostlarıyla yaptığı uzun konuşmalarında görüyoruz.

Crito: Dostum Socrates, yaptığın yanlış, bu adamlara teslim olma.
Socrates: Sorarım sana Crito, bu dediğin "onurlu yaşam"a uygun bir şey mi? İyi bir hayat yaşayıp ölmek mi daha önemli, yoksa kötü bir hayatı sürdürmek mi?
Crito: Doğru diyorsun.

Ben de Socrates gibi cahil olduğumu düşünüyorum, lakin akabinde kendimi ilim irfana adayamıyorum ne yazık ki. Anca gaza gelip Facebook'u kapatıp 1-2 saat kitap karıştırıyorum. Sonra aklıma "Acaba yeni bir notification var mı?" gibisinden şeyler geliyor, yeniden açıyorum. İşte bu yüzden düşünsel açıdan bir Socrates kadar gelişemedim zannedersem. Benim dostlarımla olan diyaloglarımı inceleyecek olursak, Socrates'inkilerden oldukça farklı.

Arkadaş: Altıncı hakem koymuşlar oraya adam diye, iki metreden penaltıyı göremiyor. Skmişim öyle uygulamayı o zaman.
Ben: Ya iyi de Caner'in yaptığı da gerizekalılık sonuçta. Resmen bile bile attırdı kendini. Amatör lig mi ulan bu, UEFA'da oynuyorsun yani sonuçta.
Arkadaş: Doğru diyorsun. 

Al işte. Adam onurlu bir yaşamı sorgularken, ben Galatasaray'ın Atletico Madrid karşısında aldığı mağlubiyetin nedenlerini sorguluyorum. Herif "Açıklanmamış bir hayat manasızdır." düsturuyla hareket ediyor, bense on gündür "5800 alsam mı ya, dokunmatik ekranı zor gibi ama telefon güzel be hafız." diye dolanıyorum.

Off lan. İnsanlığımdan tiksindirtti Socrates akşam akşam. Neyse ki güzel bir lafı var kendisinin: "Cahilliğin farkına varmak, bilgeliğin başlangıcıdır." Ben de görüyorsunuz ki lavukluğumun son derece farkındayım. Demek kii, bilgeliğin de başındayım hacı. Biz de böyle teselli buluyoruz işte. Ehehe. Neyse ben bir Hepsiburada'ya bakıyorum, 5800 fiyatları ne alemdeymiş acaba. Çok düştü diyorlar bu ara. Haydi görüşürüz!

s.

14 Şubat 2010 Pazar

London FC..


Dikkat! Aşağıdaki yazı, genç yaşlardan beri sanal futbol oyunlarına gönül vermemiş insanlara hiçbir şey ifade etmeyecektir. Onlar Facebook'a geri dönebilirler: http://www.facebook.com

Mâlum tatil. Benim de asla değişmeyen tatil ritüellerim var. Her tatile girdiğimde bu ritüelleri aşacağımı, vaktimi daha faydalı şeylere harcayacağımı düşünüyorum, ama olmuyor. İşte bunlardan biri de, Playstation oynamak. Playstation dediysem, bildiğin PES işte. Pro Evolution Soccer. 

Aslında benim gönlüm her zaman FIFA'dan yanadır. FIFA her zaman için daha kalitelidir. Ne bileyim, böyle güzel güzel Soundtrack'leri oluyor. Janjanlı menüler. Lisanslı takımlar. Bir de PES'e bakıyorum? Öküz gibi hazırlanmış menüler. Adları değiştirilmiş oyuncular. Eksik ligler. "London FC" gibi gudik takımlar. Ulan dünyanın parasını kazanıyorsunuz hâlâ "London FC"? Eskiden Almanya'nın defansının bel kemiği, deneyimli topçu Metzelder'i de "Messenger" diye yazıyordunuz taşak geçer gibi. Ayıp değil mi lan? Bu ucuzluğunuz ne olacak? Nereye kadar? Neyse. Her ne kadar PES'e karşı sitemkâr bir tavır takınsam da, hangi "Platstation Cafe"ye gitsem, "Fifa yok bizde ya." yanıtını aldığımdan, bana da başka seçenek kalmıyor.

İyi bir PES oyuncusu olduğumu iddia edemeyeceğim. Aslında defansım iyidir de, forvet hattında istediğim başarıyı bir türlü sağlayamıyorum. Üçgene doğru zamanda basıp o efsanevi pasları vermek, L1+Üçgen kombinasyonuyla bombastik aşırtmalar yapmak, kaleciyi şık bir hareketle çalımlamak... Yapamıyorum. Defansta her ne kadar büyük bir başarıyla topu kapıp atağa kalksam da, hücumda uyguladığım tek strateji "Hafız kanatlara git kanatlara koş koş." stratejisi. Önüm bomboş olsa da, etten duvar örmüş defansla karşı karşıya olsam da, kanatlara doğru bir koşu hali var bende. Adeta korkuyorum kaleye doğru gitmeye. Amacım gol atmak değil. Yalnızca kaçıyorum oradan. Sahayı sınırlayan çizgiler, tribünler olmasa, yeşil çimler sonsuza kadar uzansa, sonsuza kadar koşarım umarsızca, biliyorum. Bazen şans yüzüme gülüyor, kaleciyle karşı karşıya kalıyorum. Bir forvet için ne büyük şans, ne güzel mutluluk aslında, değil mi sevgili okurlar? Ne yazık ki benim için değil. O anda düşüncelerim "Ne yapsam da meşin yuvarlağı filelerle buluştursam."dan ziyade "Hay skeyim şimdi atamıcaz rezil olucaz." yönünde olduğu için, atamıyorum da genelde.

Şans yüzüme güler de taç çizgisinden deli dana gibi koşarak defansa kaptırmadan kanada kadar inebilirsem, basıyorum yuvarlağa yapıyorum ortamı. İşte orada içim rahat. Zira bu tip oyunlarda orta-kafa-gol olayını yapmak her zaman mümkün olmadığı için, ben yapamayınca da kimse arkamdan "Yuh hayvan." diyemiyor. Ben ortalama bir oyuncu olarak görevimi yapmanın huzuruyla yeniden topu kapıp kanatlara inmenin yollarını arıyorum. Benim için PES budur.

Takım seçiminde de her zaman rakibimin ilk seçimi yapması taraftarıyımdır. Denk güçte bir takım seçip alacağım potansiyel bir mağlubiyetin üzerimde bırakacağı etkiyi minimuma indirmek için tabii ki. Rakip "Real Madrid" mi oldu? O zaman ben de "Barcelona" olurum. Rakip "Roma" mı? Hmm. O zaman "Arsenal" tadında bir takım almak gerekir. Ama benim Barcelona tercihimin ardından rakibimin "Ben Fiorentina olucam ya seviyorum Fiorentina'yı." demeci, beni derin bir üzüntüye gark eder. Çünkü bu kez alacağım potansiyel mağlubiyet, beni "Yuh lan Barca'yla Fiorentina'ya yenildin." alaylarına maruz bırakacaktır.

Efendim gördüğünüz üzere PES adlı güzide oyunu oynarken, zevk almaktan ziyade başım ağrıyor. "Oynama ulan, ne diye oynuyorsun?" o zaman diyebilirsiniz tabii. Ama inanıyorum ki ben de bir gün harika bir PES oyuncusu olacağım. Rakibim London FC'yi aldığında, "Ben Beşiktaş olucam..." diyecek seviyeye geleceğim. Kanatlara açılmaktan ziyade, defansı çalıma boğup şık bir plaseyle file bekçisini avlayacağım. PES 2010'da gözle görülür bir gelişme kaydettiğime inanıyorum. Asıl 2011'de görüşeceğiz.

s.

7 Şubat 2010 Pazar

Tatil..


Tatille birlikte eski günlere döndüğümü hissediyorum. Eski dediysem, ortaokulun sonu lisenin başları, oldukça eski yani. O dönemler son derece durgun bir hayatım vardı, hemen hemen hiçbir aksiyon yaşamıyordum. Okula gidiyor, geliyor, televizyon karşısında yemeğimi yiyip odama çekiliyordum. Odama çekiliyordum dediysem, odada çok ilginç bir şey yaptığımı zannetmeyin dostlarım. Daha önce 40 kez hatmettiğim eski dergilerimi; L-Manyak'ları, Lombak'ları 41. kez okumaktan başka bir şey yapıyor değildim. Artık konuşma balonlarında ne yazdığını çizimleri görür görmez tahmin edebilecek kıvama gelmiştim. Resmen hayvan gibi yaşıyordum.

Siz bilmezsiniz, o dönemler çok yerdim ben bir de. "Ne kadar çok olabilir ki?" dediğinizi duyar gibiyim. Tahminen 1.73 boylarında, lâkin 82 kiloydum. Öyle ki, sabahları bir tam ekmeği üstüne "şokella" sürüp yediğim az rastlanan bir durum değildi. Evet evet, bildiğiniz tam bir EKMEK yani. Bir dilim değil. Bir adet. Öğlen ve akşam yemeklerindeyse günün menüsünden minimum 2 tabak yedikten sonra, "ağzımız tatlansın" diye bir paket "İkram" yahut iki adet "Albeni" yediğim de ne yazık ki doğru. Resmen ağzımın tatlanması için koca bir paket bisküviyi yiyor, ardından odama çekilip sığır gibi Lombak okumayı sürdürüyordum. Dergide beğendiğim kısımları koşarak kahkahalar içinde anneme okumam da cabası. Şimdi düşünüyorum da, gidip "Cihangir'de bir ev"i, "Lombak Şehitleri"ni anneme okumam çok saçma geliyor. Okuması çok zevkli ama dinlemesi? Buradan beni senelerce sabırla dinleyen, kâh gülen kâh gülermiş gibi yapan anneme de teşekkür ediyorum.

Dış dünyayla fazla bir bağlantım olduğu söylenemezdi. Gezmeyi tozmayı geçtim, üstüme başıma kıyafet bile almak benim için bir işkenceden farksızdı. Her şeyimi annem ve teyzem alırdı, ben denemeye bile tenezzül etmezdim. "Oğlum denesene bi üzerinde görelim." yakarışlarına pis pis bağırarak karşılık verirdim sadece. Misafirden nefret ederdim. Küçükken eve gelen misafirleri "Power Rangers başlıyor gidin buradan!" diye ciddi mânâda kovduğumu düşünürseniz, daha iyi anlarsınız. Yabaniydim.

Hayat beni de başka yönlere sürükledi tabii. Fani ömrümün kalanını İkram yiyip Lombak okuyarak odamda geçiremeyeceğim gerçeğiyle yüzleştim. Her şeyden önce 83 kiloluk görüntümden kurtulmam gerekiyordu, bu bir gerçekti. Resmen yanaklarım gözlerimi kapatacak kadar şişmişti. Sıkı bir diyet, yüzme, yürüyüş derken 69 kiloya düştüm. Eski şişman halim artık sadece nüfus cüzdanımda mizah unsuru olarak sergilediğim bir fotoğrafta mevcut. Bu süre zarfında, Lombak dergisi maddi imkansızlıklardan ötürü yayın hayatına son verdi. Çizerlerinin önemli bir kısmı da şu an Uykusuz'da ve Penguen'de çiziyor. Bu haftalık mizah dergileri beni aylıklar kadar sarmadı maalesef. Aynı Lombak'ı 40 kere okuyan ben, haftalık dergilerin yarısını anca okur hale geldim. Kendi kıyafetlerimi de artık kendim alıyorum. Hâtta bundan zevk alıyorum. Daha geçen gün saatlerce alışveriş merkezlerini gezip "Ya kahverengi spor ayakkabı yok hiç güzel :(" diye sızlanır hâle geldiğimi ben bilirim. "Koton'da indirim varmış.", "Mudo'da tişörtler 11 lira olmuş." gibi şeyler artık beni heyecanlandırır hâle geldi. Annemin aldığı kazağı denemeyi ayı gibi reddeden ben, deneme kabininden çıkmaz oldum. 

Ee? Eesi yok yani. Başta dediğim gibi, tatille birlikte eski günlerimi yeniden yaşıyorum. Eve döndüm. Hayvanlar gibi yiyorum. Eski Lombak'ları okuyorum. Ekstra olarak internet var ne yazık ki, vaktimin çoğunu o yiyor. Eeööö. Ulan hüzünbaza bağlayıp "Eski günleri çok özlüyorum." falan diyecekmişim gibi oldu da yok yani öyle bir şey pek. Neyse haydi gittim ben, tatildeyim. 

s.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bakü..


Aylaar aylar önceydi. Yazın tam ortası. O dönemler vaktimi elimde bir litrelik şişe suyla bilgisayar başında terleyerek geçiren ben, takdir edersiniz ki bir boşluk içerisindeydim. Zaten hazırlık yeni bitmiş, bir sene tatil yapmışım, üstüne üç ay daha evimde tatil yapıyorum utanmadan. Neyse efendim, günlerini can sıkıntısıyla geçiren tek insan ben değilim tabii, sevgili dostlarım Diren ve Berkay da aynı durumda. Hâtta ben en azından İzmir'de sıkılıyorum, onlar Ankara'da beziyor zavallılar.

Bu iki sevgili arkadaşımın da blog yazarı olduğunu bilenleriniz vardır. İşte sıkılan ve terleyen üç blog yazarı olarak bize de rahat battı; neymiş efendim, "Ortak blog" açacakmışız. Gecenin dörtlerine kadar messenger aracılığıyla konuşuyoruz. "Abi şöyle yapalım ortalığı skertiriz.", "Böyle yaparsak inanılmaz ünlü oluruz öyle böyle değil." diye boş boş hayaller kuruyoruz. En sonunda günlerden birinde bu iki arkadaşımdan Berkay olanı, "Harika bir planım var!1" diye geliverdi. Önerdiği konsept şöyle ki; biz üç ODTÜ  öğrencisi olarak otostop çekip bir arabaya biniyoruz, daha sonra olaylar gelişiyor ve kendimizi Bakü'de buluyoruz. İşte böyle aksiyonlar bir şeyler. Arada komiklikler.

İlk başta "Hmm ilginç olabilir." diye baksam da konsepte, deneme mahiyetinde yazdığımız yazıların boka sardığını üzülerek fark ettim. Oturmuşum orada götümden "Bakü de şöyledir böyledir." diye atıyorum. Cık. İçime sinmedi. Berkay ve Diren'e de uzun kıvranmalarım sonucu dayanamayarak "Olm bu ne ya, kim niye okusun mına koyim bunu?!" diye isyan ettim. Benim bokluk çıkarmamla proje yattı. Litrelik sularımızla sıkılmaya geri döndük. Şimdi de sizleri bu projenin kamera arkası görüntüleriyle baş başa bırakıyorum. Esen kalın.

1. Bölüm: http://direnkknerid.blogspot.com/2010/02/baku-maceras-no1.html
2. Bölüm: http://dacederki.blogspot.com/2010/02/baku-maceras-no2.html
3. Bölüm: Aşağıda işte o da:


"..Efendim okudunuz işte yukarıda, Bakü'deyiz. Bakü (Azerice: Bakı), Azerbaycan Cumhuriyeti'nin, Hazar Denizi'nin batı kıyısında yer alan başkentidir. Ülkenin en doğusundaki ve en önemli sanayi, ticaret ve kültür merkezi olmanın yanı sıra bir liman kenti olarak da önemlidir. Gördüğünüz gibi Bakü hakkında bildiklerim Wikipedia ile sınırlı. Bir de "Azeri TV var, o kadar komik konuşuyorlar ki falan eheh." diye geyikler yaparım arada. Neyse.

Berkay ve Diren'e bakıyorum, bir panik hali. Neymiş efendim bizi getiren Azeri'yi bulmamız lazımmış falan. "Olm" diyorum, "Niye buluyoruz Azeri'yi falan deli mi skti sizi, kalkın gidelim iki tane quiz kaçırdım ben şerefsizler." Yok efendim aksiyon lazımmış da, blog açacaklarmış da bilmem ne. Quiz kaçırma pahasına bu ikisine uyup atıyorum kendimi Bakü sokaklarına.

Bakü'nün resmi nüfusu 2007 verilerine göre 2.075.000 olduğundan dolayı -Wikipedia'yı seviyorum- sokağa çıkıp ODTÜ'lü Azeri aramak pek akıl kârı değil. Hâl böyle olunca, kafaları çalıştırmak gerekiyor. İpuçları üzerinden gideceğiz. Asya kıtasının böğründen kopup ODTÜ'ye gelmiş kardeşlerimiz neler yaparlar genelde? Bunları düşünüyoruz. Üçümüzün aklına da ilk olarak aynı şey geliyor: Basketbol!

Plan belli; Bakü sınırları dahilindeki basketbol kortlarına bakılacak. "Dağılsak mı lan?" diye düşünüyoruz başta. Diren "Abi Avea Bakü'de de çekmiyormuş risk almayalım." diyince vazgeçiyoruz. Üç lavuk, vurucu tim gibi Bakü sokaklarını arşınlamaya başlıyoruz. Bakü'nün iklimi karasal iklimdir. Kışları soğuk ve yağmurlu veya kar yağışlıdır, yazları ise sıcak ve kurak. Fakat güney kısımlarında hava yazın serin, kışın ise ılık ve yağışlıdır. Bu nedenle güney bölümünün bir kısmı çok ormanlıktır. Peki ya bunların konumuzla alakası ne? Güneye gitmiyoruz işte orman var orada bir şey yok yani.

İlk sahaya varıyoruz. Birtakım terli Azeri arkadaş çığıra çığıra basketbol oynuyor. O da nesi? İşte orada. Evet koca Bakü'de geldiğimiz ilk basketbol sahasında Azeri arkadaşımıza ulaşıyoruz. "Olm çok saçma lan, nasıl olur böyle bir şey. Emin misiniz bak o olduğundan hepsi birbirine benziyor bu heriflerin." diyecek oluyor Berkay. Susturuyorum onu. "Berkay uzatma." diyorum, "Maksat blog olsun." diyorum, "Çaktırma." diyorum.

Yavaş yavaş yaklaşıyoruz Azeri arkadaşımıza. "Kim konuşacak lan elemanla?" diyorum. "Benim ağzım laf yapmaz." diyor Diren tıpkı bir şerefsiz gibi. Berkay da "Ben beceremem abi mabi." diye işin içinden sıyrılınca, "Allah belanızı versin." diyerek ben gidiyorum konuşmaya.

Beni gören Azeri arkadaşlar oyunu bırakıp kuşku dolu bakışlarla beni süzüyorlar. Aradan bizim otostopçu elemanı seçiyor gözlerim. "Abi bizi hatırladın mı eheheh." diyecek oluyorum. Sözümü bitiremiyorum. Deli gibi koşarak kaçmaya başlıyor bizimki. Bizi de bu hallere düşüren kahrolası arabasına binip basıyor gaza. "Noluyor lan." falan derken olayın şokunu atlatıp hemen bir taksi tutuyoruz. "Öndeki arabayı takip et." tribine giriyoruz. Başlıyoruz kovalamacaya.

Gözlerim tabelaları takip ediyor. Zannedersem, "Haydar Aliyev Havalimanı"na varmak üzereyiz.."

s.

Not: 4. ve 5. bölümler de yukarıda bahsi geçen bloglarda olacak. 2-3 güne. Sabırsızlandığınızı hissediyorum.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Paranormal..


En son geçenlerde Avatar'la ilgili naçizane görüşlerimi bildirdim hatırlarsınız. Efendim "Mal." diyenini mi ararsınız, "Gerizekalı." diyenini mi ararsınız. İlk defa yazdığım bir şeyden dolayı tepki aldım. Hoşuma da gitmedi değil. Şimdi de baştan özür dileyerek geçenlerde izlediğim bir diğer filmden bahsedeceğim. Paranormal Activity. Son zamanların en çılgın korku filmi falan hani.

Şimdi ben normalde korku filmi falan seyretmem, sıkılırım yani. Korkunç bir tanesine de rastlamadım daha. Neyse bunu da arkadaşların "Geyik olur la." çağrısına kulak vererek, toplu bir ev ortamında seyretmiş bulundum. Bir buçuk saatlik bir zaman kaybı olsa da, ömrümüzden bir ömür götürme potansiyeline sahipse de Paranormal Activity; lavuk arkadaş grubumuzun sığ esprileriyle güle oynaya tamamlamayı başardık bu filmi.

Filmin konusunu kısaca özetlemek gerekirse; Micah adında yağız bir delikanlıyla, Katie adında tombul bir hanım kız var ve bunlara rahat batıyor. Anladığımız kadarıyla Katie öğrenci, Micah da işsiz güçsüz dolaşan deyyusun teki. Hâl böyle olunca insan da makarnaların yapıldığı, çorapların etrafa saçıldığı, köpek bağlasan durmayacak bir öğrenci evi hayal ediyor. Lakin bu arkadaşlar üstü açık arabalarıyla, havuzlu villalarıyla aklımızda soru işaretleri bırakıyor. Olum siz kimsiniz lan? Bu ev ne? Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Katie neden gidip bir okula uğramıyorsun? Gibi sorular peşimizi bırakmıyor.

İş yok, güç yok, okul yok. Çiftimiz bütün vaktini evlerinde tavşan gibi cima ederek geçiriyorlar tabii bu durumda. İnsan bir yerden sonra sıkılır bundan da, Katie de can sıkıntısından "Bana cin dadandı." gibisinden iddialarla çiftin hayatına renk getiriyor. Micah için hava hoş tabii, "İyi mına koyim benim de canım sıkıldıydı, kamerayla çekeyim her şeyi de görelim şu cini hele." diye coşkuyla karşılıyor yavuklusunun meramını.

Bugünden sonra çiftimiz yatak odalarına kamerayı koyup hayvanlar gibi işsiz güçsüz yaşamayı sürdürüyorlar. Gündüzleri de kamera kayıtlarını izleyip "Ay kapı çarpmış cereyan da yoktu oysaki.", "Ay bi ses var sanki cin gelmiş." diye dertsiz başlarına dert çıkarıyorlar. Dedik ya başta, rahat batmış bunlara.

Filmin geri kalanını da anlatmayayım isterseniz. Aslında bir bok olduğu yok ama, hani olur da izleme gafletine düşersiniz diye susuyorum. Ha şimdi yalan konuşmayayım yine de, arada cereyandan mereyandan çat çut kapı çarpınca yüreğimiz bir hop etmedi değil. Hâttâ bir arkadaşımızın filmden ciddi ciddi korktuğunu bile gözlemlemedik. Çok yaratıcı insanlar olduğumuz için de kendisini film sonrası "Bö!" diye korkutmayı ihmal etmedik. Güldük eğlendik. Siz de 4-5 lavuk bir araya gelip izleyecekeniz, Paranormal Activity'yi şiddetle öneriyorum. Ha ama gidip de sinemada para falan vermeyin gözünüzü seveyim. Haydi görüşürüz.

s.

3 Ocak 2010 Pazar

Alex?!..