28 Haziran 2009 Pazar

Teknoloji..


Teknolojiye gerçekten aklım ermiyor. Fen bilimleriyle hiç alâkam yok. Sürekli yeni bir şeyler çıkıyor. Anlamıyorum. Her ne kadar seksen iki yaşında gibi konuşsam da, sizlere bu meramımdan bahsetmezsem olmayacak.

Televizyon, bilgisayar, internet, Wii falan. Henüz bunlara gelemedim. Benim için en başta yanıt bulması gereken soru, atari tabancasıydı. Yaklaşık on sene önce hiçbir şeyi sorgulamadan kullandığım bu tabancanın çalışma prensibini daha sonra uzun yıllar merak ettim. Hep bu soruyu içimde taşıdım. Hogan's Alley gibi, Duck Hunt gibi birbirinden zevkli oyunlar oynamamıza olanak veren bu teknolojinin sırrı neydi? Nasıl oluyordu da algılanıyordu atışlarımız ekranda. Nasıl yani? Dost meclislerinde bu konuyu çok tartıştık. Her ne kadar "İşte ışığı alıyor oradan geri aktarıyor uzaya gidiyor iki tur atıp geliyor." gibi kendi çapımızda son derece mantıklı çözümler ürettiysek de, bu teknolojinin Sabah'la kırk değil, otuz değil, sadece yirmi kupona sahip olunacak bir şey olmadığı gerçeği çıktı karşımıza.

Nihayet yaklaşık bir hafta önce, bu bilinmezlikten kurtulduk, sorumuzun cevabını aldık. Eminim siz ekran başındaki okurlardan da bu teknolojiye akıl sır erdiremeyenler vardır, bu yüzden sizlere de kısaca özetlemek istiyorum anladığım kadarıyla: Efendim o tabancının içinde renk sensörü varmış. Ateş ettiğimiz an ekranda hedefin rengine isabet ettirirsek, atışı başarılı sayıyormuş falan. Şimdi ben anlatamadım tam ama, mühendis arkadaşlar falan anlamıştır benim derdimi. Öyle çalışıyor işte. Ama bu kez de şöyle bir soru çıktı karşıma, bunu cevaplayabilecek olanlardan yardım bekliyorum: Şimdi hani renk şeysi var ya bunda. Heh. Misal ben şimdi Duck Hunt oynuyorum, ördek vuruyorum falan. Ben gidip yandaki televizyonda ördek rengi bir alanı vursam o ördek yine ölecek mi? He? Nasıl oluyor lan bu işler ben niye anlamıyorum?!

Neyse bir de şeyler var hani; kızılötesi, Bluetooth falan. Bak dikkat ettiyseniz küçük ayrıntılar peşindeyim. Sanki atariyi anladım da tabancasını merak ediyorum. Sanki cep telefonunu çözdüm de Bluetooth'u eksik kaldı. Gitmeden bir de onu araya sıkıştırayım. Lan nasıl oluyor o iş ya? Böyle şarkı atıyorum bir telefondan diğerine gidiyor falan, kablo yok bir şey yok. Nasıl oluyor lan o öyle. Havadan gidiyor şarkılar falan şey oluyor. Hehehe. Hadi esen kalın bakayım.

s.

26 Haziran 2009 Cuma

25 Haziran 2009 Perşembe

Bir Hafta..


En son 18 Haziran 2009 Perşembe gününde seslenmişim sizlere. Bugünse konumuz, 18 Haziran 2009 Perşembe gününden bugüne kadar olan süreçte yaşananlar. Başıma gelenler. İlginçlikler. Falan.

Flashback: Şimdi öncelikle şunu belirteyim; yaklaşık 1 ay önce, okulumuzun münazara topluluğu ile birtakım bağlantıları olan birtakım arkadaşlardan şöyle bir teklif aldık: "19-21 Haziran tarihleri arasında münazaralara katılmak için burada ağırlanacak olan yerli-yabancı öğrencilere okulda rehberlik eder misiniz?" Biz de tezcanlı dört arkadaş olarak "Ehehe ederiz tabii lan hem yabancılarla konuşuruz, karı kız da olur orda ehi ehi." diye düşünüp coşkuyla kabul ettik bu teklifi.

18 Haziran 2009 tarihine ışınlanalım. Yurttayım. Toplanıyorum. Çünkü yurt kapanıyor. Ben ise daha 5 gün süreyle Ankara'da bulunmak durumundayım sınavım sebebiyle. Neymiş efendim burası kapanacakmış da nöbetçi yurda geçecekmişiz falan. Ben sinir stres içinde bavul hazırlıyorum. Hayatın tüm yükünü omuzlarıma almış gibi "Hmnskym nereden geldim lan bu okula, İzmir'de okuyacaktım paşalar gibi gtnmnskym." diye homurdanıyorum. Zaten başıma gelen en ufak aksilikte böyle düşünüyorum nedense mal gibi. Neyse. Kadim dostlarımdan Deniz arıyor. Bana münazara işini hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Ben "Aa evet lan öyle bir şey vardı." diyorum. "Hah" diyor. "Biz de gelenlerle otelde kalacakmışız lan." diyor. "Oha harbi mi." diyorum. "Hangi otel ayıptır sorması?" diyorum. "Hilton." diyor.

19 Haziran 2009 Cuma günü "ODTÜ Altıncı Erkek Yurdu"na taşınması icap eden bendeniz, "Ankara Hilton"a taşınacağım. Kısmet işte.

Ertesi gün oluyor, hazırlanıyoruz falan. Minik bavullarımız, terliklerimiz ve olanca görgüsüzlüğümüzle otele varıyoruz. Bu süreci fazla uzatıp sinirlerinizi bozmak istemem. Zira Hilton'da kaldık, yedik, içtik, münazaralar izledik, yeni insanlar tanıdık, eğlendik. Otel ortamında "lavuk" modundan çıkarak "beyefendi" tribine girdik. Bu üç gün içerisinde cebimden çıkan toplam para ise, 1.5 TL. Onunla da "Atatürk Orman Çiftliği Dondurması" aldım gruptan bağımsız olarak. Ondan yani.

O günlere dair geçemeyeceğim bir diğer ayrıntı ise, Leor. Kimdir Leor? İsrail'in Haifa kentinden teşrif ederek münazara günlerini bizim için zevke dönüştüren insan. Kürsüye çıkıp konuşmaya başladığında, gözlerimizi ayıramadığımız şahsiyet. Leor dediğim bildiğin kıllı mıllı bir adam, gözlerimizi ayıramamamız bu noktada anlam kazanıyor. Kendisine ayrılan yedi dakikalık süreçte öyle güzel konuşuyor ki Leor. Öyle güzel savunuyor ki argümanlarını. İkna ediyor bizi. "Sinan brokoli aslında çok güzel yemektir." dese bana, yedi dakika anlatsa bana brokolinin güzelliklerini; manava gider brokoli alırım 1 kilo. "Sinan blogunu kapat şu sebeplerden ötürü." diye bir nutuk atsa yanıma gelip, bu satırları okuyamazsınız. O derece. Bu yüzden önerim şu ki, dünyanın başına Leor adlı münazaracı arkadaşı geçirelim. Bütün kararları o alsın. Dünyanın bütün problemlerini söyleyelim ona. 15 dakika düşünsün bunların üstünde. 7 dakikada da çözümleri üretsin. 

22 Haziran Pazartesi gününe geldiğimizde, bendenizin Hilton günleri sona erdi. Rüyadan uyandım. Okuluma geri döndüm. Bavul taşıdım. Makbuz falan aldım. Yurda yorgan taşıdım. Gerçek yaşam buydu. 

Sonra? İki farklı yaşamı tecrübe ettiğim bu bir haftalık süreç sona erdi. İzmir'deyim. Ne Hiltonlar gezdim, ne yemekler yedim; ancak evimde oturup blog yazmanın tadını hiçbirinde bulamadım. O yüzden artık yine sizlerle olma kararı aldım. 2-3 ay boyunca İzmir'den bildirecek olmanın mutluluğuyla bu geçiş yazımı bitirir, esenlikler dilerim.

s.

Not 1: 100. yazı.
Not 2: Hafif Tarih'i de şey yapıcam valla bak.

18 Haziran 2009 Perşembe

Kaleci..


Daha önce sizlere olmayan sporcu kişiliğimden pek çok kez söz ettim. Rekabet gerektiren, takım oyununa dayanan aktivitelerde başarısız olduğumu vurguladım. Gerek basketbolda, gerek futbolda, gerekse diğer branşlarda istediğim noktaya gelemediğimden dem vurdum üzülerek. Ancak ortaokul yıllarımda veda ettiğim bir aktiviteye; yine, yeniden, yavaş yavaş dönmenin mutluluğunu paylaşmak istiyorum sizlerle: Futbol.

Basketbol geçmişimden bahsetmiştim sizlere, tam şurada. Futbol hayatım ise, maalesef o kadar bile profesyonel değil. Ben kaleciyimdir. Durun dostlar hemen yanlış anlamayın, futbol oynamayı bilmeyenlerin kaleye geçirilmesi gibi bir şey değil bu. İyi kaleciyimdir haa. İlkokul sıralarında başladım kaleciliğe. O zamanlar ciddi bir tesis ve malzeme sorunumuz vardı. Kale olarak "Basket potasından çöpe kadar.", "Şu iki taşın arası işte." gibi çözümler üretirdik. Topumuz ise bildiğiniz 330ml kola kutusuydu. Hâtta bazı zamanlar çöpten kola kutusu bile bulamayıp, "Tamek Şeftali Nektarı"yla mücadele verdiğimizi söyleyeyim de, anlayın halimizi. Tüm bu sıkıntılara rağmen, mücadeleden vazgeçmedik. Oynadık. Yeri geldi "Gol atan kaleye" adlı oyunu oynadık, yeri geldi "Dokuz Aylık".

İşte futbol hayatım böyle başladı. Ortaokula geçtiğimizde bir nebze olsun kalite getirdik oyunlarımıza. Örneğin artık top yerine kola kutusu kullanmak durumunda kalmıyorduk. Kırtasiyeden satın aldığımız "Kames" marka toplarımız vardı. Hem de bir değil, iki değil, tam üç katlıydı bu toplar! Yani, olur da diken gibi bir şey batar da delerse topumuzu, telaşa mahâl yoktu. Kames teknolojisi, ikinci katı anında devreye sokuyordu. Topta aranan bir diğer özellik ise, uçmamasıydı. Top uçarsa, hafiftir. Top uçarsa, yamuktur. Uçan topla maç olmazdı. Peki ya nasıl anlaşılacaktı bu durum. Valla arkadaşlar topu havaya atıp tutuyorlardı, anlıyorlardı. Ben çözemedim o işi. Zaten üç gün önce kutu kolayla maç yaparken, şimdi Kames'in teknolojisini sorgulamak bana hep mânâsız gelirdi. Geçmişimi hiç unutmadım.

Dediğim gibi, iyi kaleciydim. En azından maç esnasında "Helâl lan süper kurtardın." gibisinden tepkiler alabilecek kadar iyiydim. Sonra liseye geldik. Lisede futbola dört senelik bir ara verdim resmen. Evet. Bunda lisedeki arkadaş grubumun etkisi büyüktü. Ne bileyim, hiçbirimiz futbol tutkunu insanlar değildik. Bu yüzdendir ki 2004-2008 yılları arasında yeşil sahalara geçici bir veda ettim.

Geldik üniversiteye. Üzerimde yılların hamlığı var. Ancak bir gün oldu ki, "Halı saha maçı yapalım." sesleri yükseldi. Oradaydım. Yukarıda okuduklarınız film şeridi gibi geçti aklımdan. Gözlerim doldu. "Sinan sen oynar mısın lan?" dediler. "Oynarım." dedim buğulu gözlerle, "Kaleciyim ben."

Dediğim gibi, o gün bugündür yavaş yavaş futbol alemine dönüş yapıyorum. Bir zamanlar iki taş arasında kutu kolayı yakalamaya çalışan ben, şimdi lüks halı sahamızda spot ışıklarının altında takımımın file bekçiliğini yapıyorum. Takım arkadaşlarımı alkışlıyorum eldivenlerimle "pat pat" diye. "Çok güzel beyler devam devam devaaaağm!" diye anırıyorum. "Beyler ön direeeeğğk." diye çığırıyorum. Hata yapan defans arkadaşlarıma sağ elimi yumruk yapıp ileri doğru savurarak "Allah belanızı versin." hareketi yapıyorum. Geri döndüm. Henüz performansımın yüzde otuzunu ortaya koyabiliyorum. Gerçek Sinan'ı daha izlemediniz. Gün geçtikçe daha iyi olacağım. Akıllı olun.

s.

12 Haziran 2009 Cuma

ÖSS - Part III..


"..Tıpkı bir şerefsizmişçesine, seviniyorum bu mesajı gördüğüme. Tek eline alan ben değildim.."

Eve dönüş yolunda bir iki arkadaşımla daha konuştum. Hepsiyle "Ya benim cidden çok kötü geçti. Şaka değil bu. Sizin de kötü geçti di mi, oh tamam." gibisinden diyaloglar yaşadım. Gözlerim dolu dolu. Annem "İyidir iyidir." diyor. Bu kadar kötü geçtiğini düşünmeme rağmen, içimde "Oh lan bitti en azından ya." hissi var. Aslında bilmiyorum ki, her şeyin aslında daha yeni başladığını.

"Bakmam ben sorulara yeaa." falan diye atıp tutsam da, sınav sonrası kendime hakim olamayarak korka korka baktım cevaplara tabii. Biraz rahatlattı beni bu. Çünkü "Çok kötü" değil de, "Kötü" olduğu anlaşılıyordu sınavın. Her neyse efendim, ne olursa olsun tatile girmiştik işte.

Sınavın sona ermesi ve puanların açıklanması arasında yaklaşık bir aylık bir süreç var. Efendim bu bir ayda ben yaptığım sözde tatilden hiçbir bok anlamadım. "Lan ne olacak laaaan." diye geçti bir ay. Sonunda da "Şu gün şu saatte sınavları ÖSYM'nin sitesinden öğrenebilirsiniz." haberini aldım. O gün, o saat geldi.

Bu noktada herkesin "Yaa abi 23103 kere denedim site açılmıyor abii." diye anıları oluyor. Ben ise siteye girdim, gerekli bilgileri girip enter tuşuna tıklayınca, haşırt diye karşımda sonuç sayfamı gördüm. Ulan resmen üzüldüm sayfanın açıldığına. Ben "Amaaaan daha sayfa açılmaz zaten canım heheh." diye bir rahatlık halindeyken, her şeyi bir anda görmek ufak çapta bir travma yaşattı. Neyse efendim gördük puanımızı. Üç yüz otuz bir küsür bir şey. Türkiye'de de dokuz bin seksen bilmem kaçıncı olmuşum.

Aslına bakılırsa beklentilerimin üzerinde bir puan bu. Ama ben kendimi üzülmeye o kadar şartlamışım ki, o an orada ikinci olsam "Birinci olamadım abi." diye zırlarım, biliyorum. Annem yine her zamanki rahatlığıyla "Aa süper puan işte." falan diyor. Ben "Yaaa ne süperi laağn sus delirtme beni sıçtım lan suus." diye anırıyorum umarsızca. Bitti mi? Yok efendim, daha en pislik aşama şimdi başlıyor işte.

Tercih aşaması. Sonuçların açıklandığı tarihten 15 Ağustos tarihine kadar olan dönemi de, "2008 ÖSS Taban Puanları" kitapçığını başucu kitabım haline getirerek geçirdim. Hayatımda duymadığım okulların taban puanlarını, sıralamalarını, bilmem nelerini ezberledim. Karar vermeye çalıştım. Aa dur lan. Bunları ayrıca anlattığım bir yazı daha var aslında tarihin derinliklerinde. Bak burada.

Tercihlerimizi teslim etme zamanı geliyor. Benim elimde yaklaşık bin beş yüz saatlik bir çalışmanın ürünü olan bir tercih listesi var. Teslim ediyorum.


15 Ağustos 2008. Zeytinli'deyim. Çadır madır. Sabah annem arıyor. "ODTÜ Sosyoloji'ye girdin." diyor. Beklediğim haberi veriyor. "Tamam." diyorum. Aslında severek, isteyerek yaptığım bir tercih var ortada. Kazanmışım falan. Ama nedense bir şey hissetmedim lan. Sanki aylardır "Ay nereye girek." diye çırpınan ben değilim. Gittim yine denize girdim, konserleri izledim falan. Tabii bunda sınav sonucumu sol üstteki şekilde, çadırın içinde uyuklarken öğrenmemin etkisi de olabilir. Benim için de ÖSS defteri, işte o gün, orada kapanmış oldu.

Evet efendiiim. Sevgili okurlarıııım. ÖSS'ye girecek sevgili gençleeeer. İşte, ÖSS yazı dizimizi bu noktada bitirdik. Peki ya bu yazı dizisinden neler öğrendik? Birincisi, ben kararsız dallamanın biriyim. İkincisi, kararsızlık kötü bir şey. Üçüncüsü, sınav bu Pazar bitmeyecek. Hehehe. Daha bunun yazı var lan. Ohooo sen daha dur. Neyse daha fazla moralinizi bozmadan gideyim buralardan. Gitmeden evvel size aklımda kalmış birtakım bilgileri de aktarayım, belki sınavda çıkar: Mısırlılar ölümden sonra yaşama inanıyor, şıklarda bu varsa soruyu okumayın işaretleyin geçin. İlk realist roman Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası. Eeöö. İntegral türevin tersi falan işte canım hehehe. Gittim ben.

s.

9 Haziran 2009 Salı

ÖSS - Part: II..


...Derken, ayın 14'ü geldi. Ertesi gün ÖSS var artık sonunda.

Gece. Stres. Tabii ki uyuyamıyorum. Daha önce bir "büyük" sınav deneyimim daha olmuştu, LGS. Tabii sonra ona OKS demeye başladılar. Şimdi o da kalktı SBS var falan. Amaan neyse. LGS'den önceki geceyi de aynı bu şekilde geçirdim ben. Eminim hepiniz de öyle geçirmişsinizdir. "Ulan nasıl olacak ya, kolay mı olacak ya, lan hiçbir şey hatırlamıyorum ben ya, uyumam lazım yaa laan." diye sayıklaya sayıklaya gecenin körüne kadar sayıkladım iki sınav öncesinde de. Bir de benim çok büyük bir fantezim vardı. Hep ÖSS sabahı gözlerimi açtığımda odadan içeri sızan sapsarı güneş ışığıyla yüzleşeceğimi, sonra aceleyle telefonun saatine bakarak "11.04"ü göreceğimi hayal ederdim. Lan manyak mıyım neyim. Neyse olmadı öyle bir şey, kalktım sabah.

Güzel bir kahvaltı falan. Daha sonra anne ve ablayla taksiye atlayarak sınav yerine yolculuk: "Eşrefpaşa Lisesi" Değerli uzmanların "Sınav yerinizi mutlaka gidin görün heheh." uyarılarına kulak vermeyen ben, okulun yerini bilmiyorum. Takside yaşanan gerilim. Aslında sadece benim yaşadığım gerilim bu. Sınava yirmi dakika kala falan vardım yani okula.

Kafamda da hep aynı şey var: "Lan her şeyi unuttum ben yaa." Okulda ellerinde kalem-silgi-uç-su dörtlüsünü eksik etmeyen sürüyle ÖSS katılımcısı genç. Pis bir ortam. Sonunda sınıflara girdik. 

Her sınıfın bir "yavşağı" oluyor galiba. Bizim sınıfımızın yavşağı da sürekli görevliye "Hocam hemen çıkabiliyoz mu, sınav kolay mı ahı ahı ahı" tadında şakalar yapan bir denyo vardı. Sonra kitapçıklar dağıtıldı. LGS'de verilen saman kağıdına basılı kitapçığın sayfalarını yırtarak ayırmak zorunda kalmış olan ben, bembeyaz ve kaliteli ÖSS kitapçığını görünce mutlu oluyorum. 

Derken başlıyorum sınava. Önce Türkçe. Yapıyorum. Kolay. Sonra Matematik1. Ulan zor sanki bu biraz ya. Normalden fazla boş bırakıyorum. Tedirgin oluyorum. Derken Edebiyat-Sosyal. Hmm. Bilmediğim sorular var. Yanlışlarım olabilir. 

Derken Matematik2. Şimdi efendim bu noktada bilmeyenler için belirteyim. ÖSYM başkanı arkadaşımız sınav öncesinde niyeyse "Sınav o kadar kolay olacak ki hacı anlatamam ya. Valla bak." gibisinden mânâsız demeçler vermişti. Ben de ister istemez sınava biraz bunun rahatlığıyla girdim. Daha sonra Matematik2 testini çözdüm. Testte ilk turumu bitirdiğimde, 8 soru yapmıştım.

Elim ayağım titriyor. "Lan nasıl lan sıçtık lan nasıl ne yapıcaz lan allam." gibi düşünceler geçiyor aklımdan. Su içiyorum. Biraz daha bakıyorum sorulara, kafamı veremiyorum. Kafamı dağıtmak için Sosyal1 testini çözüyorum. Hangisi yanlıştır!! Hangisi çıkarılamaz!! gibi sorular çözerek bir nebze olsun rahatlıyorum. Fen1? İlk yazıyı okuyanlar, sınavda fen çözmediğimi zaten anlamışlardır.

Efendim sınavın kalan dakikalarında da kanımın son damlasına kadar uğraşarak yaptığım Matematik2 soru sayısını 18'e çıkartıyorum. Zil çalıyor. Sınav bitiyor. Boşluğa düşmüş gibiyim. Gözlerim dolu dolu. "Seneye mi giriyorum şimdi ben. Allahım niye böyle oldu. Nasıl. Neden." soruları geçiyor aklımdan. Dışarıda bekleyen annem ve ablama da "Yapamadım olmadı giremeyeceğim." gibi net cevaplar veriyorum, tıpkı LGS çıkışında yaptığım gibi. Daha sonra telefonumu açıyorum. 1 mesaj alındı. Blogumun sadık okurlarından Çağlar'dan başkası değil. "Elime aldım." yazıyor mesajda çok affedersiniz. Tıpkı bir şerefsizmişçesine, seviniyorum bu mesajı gördüğüme. Tek eline alan ben değildim.

s.

8 Haziran 2009 Pazartesi

ÖSS - Part I..



Duyduk ki haftaya ÖSS varmış. Madem öyle, ben de Abbas Güçlü tadında, son derece bilgilendirici yazılar yazayım, deneyimlerimi sizlerle paylaşayım dedim. "Part I" demiş bulundum şimdi buna ama, nerede biter ben de bilmiyorum.

Şimdi efendim; lise birinci sınıf sona erdiğinde ve alan seçmem gerektiğinde, ÖSS'dir sınavdır alâkası bile olmayan, hatta o kadar alâkası olmayan ki, bile bile "Fen-Matematik" alanını seçen bir gerizekalıydım ben. Neydi amacım bunu yaparken, neden seçtim sayısal, bilmiyorum. Sanırım sayısal seçen arkadaşlarımla aynı sınıfta olmaktı derdim. Soranlara "Tıp falan düşünüyorum." diyordum.

Tıp falan! Evet. Beni ve öğrencilik yaşantımı biraz olsun bilen okurlar, şimdi hafifçe tebessüm ediyorlardır. "Heheh." falan diyorlardır. Bilmeyenlere de söyleyeyim, tahsil hayatımın hiçbir evresinde 3'ten yukarı fen notu almadım ben. Alamadım. Beceremedim. Lise 1'de eğitim öğretim hayatımın ilk ve tek özel dersini almak durumunda kaldım ben fizik dersi yüzünden. 1 alacaktım. Ders aldım sonra. 2 aldım. İşte o lise 1'in yazında soranlara, "TIP FALAN okurum ben." diyordum, tıp okuyanlara hakaret eder gibi.

Neyse efendim, lise iki başladı. Derslere giriyorum. Fiziktir, kimyadır, biyolojidir. Bir haftanın sonunda "Lan" dedim, "Ne yapıyorum ben burada ya?!" O gün Fen-Matematik alanını bıraktım. İsabetli bir kararla eşit ağırlık sınıfına geçerek, soranlara "SİYASET FALAN okurum ben." demeye başladım. Anlayacağınız, sancılı bir alan seçme serüveni yaşadım. Hayallerimi süsleyen (!) doktorluk macerası, başlamadan bitmişti.

Lise 2'yi atlıyorum. ÖSS gibi bir bilinç bende oluşmamıştı çünkü daha. Akranlarım dersaneye falan gidiyordu, anlamıyordum. Lise 2 de geçip gitti vasat notlarla.

Efendiim, geldik lise üçüncü sınıfa. Dersaneye gitmeliyim. Herkes gibi. İzmir'in güzide dersanelerinden birine kaydolduk, Eylül ayının gelmesiyle ÖSS maratonuna başladık. İlk konular. Polinom falan. Edebiyat. Recaizade Mahmut Ekrem. Gıcır gıcır test kitapları. Bu test kitapları konusunu ayrıntılı işlediğimiz bir yazı burada. Dersane sektörüne genel bir bakış içinse, buradan.



Benim ÖSS senem ders çalışmaktan ziyade, "Şu okul kaç puanmış la, bu okul kaçla alıyormuş la." şeklinde dersane kataloglarına bakarak geçti. ÖSS'ye hazırlananlar, bu açıdan beni örnek almanızı istemiyorum. Gerçi sınav haftaya artık neyin tavsiyesini veriyorsak. Neyse. Dersane sınavlarına girdik, çıktık. O zaman da yanlış sorularımızı analiz etmekten ziyade, "O kaçıncı olmuş la, bu kaçıncı olmuş la." şeklinde muhabbetler geçerdi dost meclislerinde. Yani ÖSS senemi özetlemek gerekirse; ders çalışmadım, ancak sürekli olarak ders çalışmamın gerekliliğini ve okulların puanlarını düşünerek canımı sıktım. Kötü bir seçimdi.

-Çok alâkasız: Bu satırları yazarken babam nete girdi. Yüz yılda bir girer. Messenger. Şöyle bir diyalog yaşadık:

(15:03) Sinvegur: 25'inde dönüyorum artık kesin
(15:03) Bora: tamam az kaldı
(15:03) Bora: hadi eywallah
(15:04) Sinvegur: görüşürüz

"Eywallah" dedi bana. Neyse konuya dönüyorum ben.-


Çalışmadık etmedik derken, bahar ayları da geçti gitti, Haziran ayı geldi. Ben artık bütün gün televizyonda "Sınava doğru", "Doğru tercih" gibi ÖSS programlarını büyük bir zevkle izliyorum. TRT2'de bir herif var hani, biliyorsunuzdur. Akşamları onu izliyorum. "Çocuklar koyun götüne rahvan gitsin, ÖSS'yi yiyim size bir şey olmasın." tadında demeçler veriyor o rahaat sesiyle, beni de rahatlatıyor...

...Derken, ayın 14'ü geldi. Ertesi gün ÖSS var artık sonunda.

s.

7 Haziran 2009 Pazar