30 Nisan 2009 Perşembe

Anı 11: Ödül..


Efendim az önce burada sizlerle paylaştığım anılarıma bir göz attım. Hepsi rezilliklerimi gözler önüne seren eserler olmuş. "Ağladım, sıçtım, batırdım, rezil oldum." diye sıralamışım hepsini. Ulan hiç mi güzel bir şey geçmedi başımdan? Geçti tabii. Bu kez dedim ki değişiklik olsun, hoş bir anımı burada anlatayım. Tabii siz rezilliklerimi okumayı daha çok seversiniz ama, neyse.

Sene 2008, aylardan Nisan. Bir yıl önce. Bahar gelmiş, rapor alıp ÖSS'ye çalışmaya gitmemize sayılı günler kalmış. İşte tam bu güzel zamanlarda resim öğretmenim bir haber yolladı bana. Efendim İzmir Ekonomi Üniversitesi adlı güzide okul bir karikatür yarışması düzenliyormuş, konusu da "Gelecekteki Türkiye Hayali" imiş. 

Tek karelik, bir espriye dayanan karikatürler çizmekte pek başarılı değilimdir. Yapamam. Komik olmaz. Ancak yarışma haberi gelince oturup düşündüm tabii ki. Gelecekteki Türkiye? Hmm. Tabii ki pozitif bir şeyler çizmek lazım. Sanki gelecekte müthiş şeyler olacakmış gibi davranmak gerekli. Uzun bir süre yazısız, vurucu bir fikir ortaya çıkaramadım. Çevremdeki insanlardan fikir almayı denedim, "Eee şimdi böyle sanki yıllar geçmiş Türkiye müthiş bir ülke olmuş onu çiz işte. Müthiş bir ülke olduk biz diye tören düzenlensin mesela hani?"den ötemeye geçemedi gelen öneriler. O da olmadı. 

Efendim teslimden bir gün önceki gece, aklıma güzel sayılabilecek bir fikir geldi. Konsept şuydu: Köylü bir ablamız sandıktan çıkardığı kep ve cübbesini küçük kızına veriyor. Bu. Hani çeyiz hesabı? Gelinlik gibi? Anladın? Heh. İşte bunu bir güzel çizdim, boyadım. İsmini de "Çeyiz" koydum, başlık koymak konusundaki özürlülüğümü ve sığlığımı blogumdan da anlayabilirsiniz. Bu arada, kep ve cübbenin renklerini İzmir Ekonomi Üniversitesi'nin renkleriyle boyamak gibi çakallıklar yaptığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Aha işte ilgili karikatürü de şimdi internette bir yerde buldum, biri fotoğrafını çekmiş. Bende yok.

Karikatürler yollandı, günler geçti, falan. Ben sanıyorum ki bir şey olursa bizi telefonla arayacaklar. Ara sıra da okulun sitesine bakıyorum yarım yamalak. Ses yok. En sonunda ödül töreninin yapılacağı tarihe birkaç gün kala, "Ulan dur internetten bir bakayım ben şuna doğru dürüst, açıklanmıştır artık." diye düşündüm. Meğer bunların dekanlığının sitesi ayrıymış, orada haber dikkatimi çekti. Haberin tarihine baktım, lan üç gün önce açıklanmış haberim yok. Dereceye girenleri açtım, oha ben kazanmışım?! Anaa. Hemen "Laaağn ben kazanmışım ehehehe." diye annemin yanına koştum. Annem bu sevincime ortak oldu olmasına da, ablamın "O değil de, menemen yapalım mı acıktım ben." tepkisi beni biraz üzdü.

Günler geçti falan, ödül törenine gittik. Çıktık, ödüllerimizi aldık. Daha sonra karikatürlerimizin başında durmamız ve insanların sorularını cevaplamamız gerektiğini öğrendik. Lan kim ne soracak ya? Hadi diyelim sordu, ben ne diyeceğim. Gittik, durduk. Tek soruyu değerli Ege Ordu Komutanı sordu, ismini bilemiyorum. "Ya bu şimdi nedir bir anlat bakalım." dedi. Evet tam olarak böyle dedi. Bir şey diyemedim. Kitlendim. "Ehehe hani çeyiz şeysi gibi heheh." dedim. Neyse ki beni dinlemeden uzaklaştı. 

Bu güzel güne dair eklemeden geçemeyeceğim ayrıntılardan biri, törenden sonraki kokteyl. Kokteyl dediysem, iki kanepe bir şarap sanmayın efendim. İnsanlıktan çıktık, hayvanlar gibi yedik. Viskiler, şaraplar havada uçuştu. Eklemek istediğim ikinci ayrıntı ise, o gün boyunca yanımda duran ve bana eşlik eden "Aslı Hanım" kişisi. Aslı, o zaman söyleyemedim ama eğer bir gün bu satırları okursan bil ki, sana karşı boş değilim. Seviyorum seni. Ayrıca geçenlerde telefonumun tuş kilidi açıldı cebimde, boş mesajlar yollamışım sana, bendim o haberin olsun. Bu yazımı da sana ithaf ediyorum. Esen kal.

s.

28 Nisan 2009 Salı

İlginç..


Efendim gördüğünüz üzere bir yılını doldurmaya yaklaşan blogumda ilk kez bir çizim değil, fotoğraf karesi görüyorsunuz. İlginç bir hikâyesi var. Paylaşmak istedim.

Az önce Facebook'ta amaçsızca alt alta sıralanmış videolar arasından birini izledim. Altay taraftarı falan filan. Bildiğiniz üzere Altay, İzmir'in köklü kulüplerinden biridir. Senelerdir ikinci ligde falan sürünür. Tipik bir İzmir futbol takımı yani. Her neyse efendim bunların tezcanlı taraftarları da gaz olup bir video hazırlamışlar. Taraftarlar coşuyor, Altay goller atıyor, futbolcular seviniyor. Arkada fantastik bir müzik. Her şeyiyle bir taraftar videosu.

Ulan ikinci dakikada yukarıdaki görüntüyü yakaladım videoda ansızın. Lan? Gözüm sağ aşağı kayıyor. Gol olmuş futbolcular seviniyor falan, tamam da, ben çizdim yahu o aşağıdakini?!

Nasıl çizdim, niye çizdim? Efendim İzmir'de pek yakın bir dostum fanatik Altay taraftarıdır. Beni de defalarca peşinden maçlara sürüklemiş, Altay sevgisini kanıma aşılamaya çalışmıştır. Lâkin olmayınca olmuyor, gerçek bir Altay taraftarı olamadık. Yine de zamanında arkadaşımın ricasıyla Altay taraftarları için böyle bir taraftar figürü çizmiş, camiaya bir nebze olsun katkıda bulunmuştum. Sonra ben unuttum bunu gitti, ta ki şu videoda adam tekrar karşıma çıkana kadar.

Yalnız ben bunu sanal ortamda çizmiştim, arkadaşlar pankartın üstüne bir şekilde bakarak falan kopyalamayı başarmışlar. Kendilerini tebrik ediyorum. Videonun sonuna gelindiğindeyse aynı adamın benim çizdiğim orijinal halini görünce de, ikinci dumur dalgasını yaşadım haliyle. Aha bak o orijinalini de yukarıya koydum. Altaylı taraftarların gözünde değerim varmış da haberim yok. Kendileriyle daha önce yaşadığım son derece fantastik anıları da, ilerleyen yazılarda sizinle paylaşacağım. Şimdilik esen kalın.

s.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Anı 10: Party Boy..


Saat 21. Birkaç kadim dostumla okulumuzun radyo topluluğunun düzenlediği parti sebebiyle Tunalı'ya geliyorum. Kızılay-Tunalı yolunu katederken kola kutularına doldurarak şopar gibi içtiğimiz 15 liralık votka keyfimi yerine getirmiş. İçerde tanıdık simalar, hoş muhabbetler. Güzel geçen zaman.

Buraya kadar her şey normal.

Saat 23.30. Ortalıkta buradan çıkılıp bir de arsız gibi "Ümitköy'de bir yer"e gidileceği yönünde söylentiler dolaşıyor. Ümitköy neresi bilmiyorum, gitmedim. Kulaktan dolma birtakım bilgilerim var. Her neyse, gerçekten de kapının önünde servisler olduğu, birazdan Ümitköy semalarına hareket edecekleri bildiriliyor. Ulan aslında o gece için yeterli dozda eğlenmişim. Ne işim var Ümitköy'de. Git yurduna uyu. Değil mi ama? Neyse efendik baktık arkadaşlarımız hevesli, oyunbozanlık etmenin alemi yok. Soluğu Ümitköy'de aldık. Minasera alışveriş merkezi. Servisten iniyoruz. Kapıda duran Ferrari, gideceğimiz yer hakkında kulaktan dolma bilgilerimin doğruluğunu onaylıyor. İçeri geldik. 

İki mekan, "Dablyu" ve "Glenhill". Smokinli görevliler. Boya küpü karılar. Ben de Ankara sosyetesinin ünlü simalarından olarak, "İçeri nasıl girecez la, para vermeyek la." planları kuruyorum. Dablyu'ya dört kişilik lavuk arkadaş grubu olarak giremiyoruz, vurucu tim alamıyorlarmış. Glenhill'e ise yoğun pazarlıklarımız sonucu 5 liralık bir ücret karşılığı adım atıyoruz.

Karanlık. Dj. Hâlâ boya küpü karılar. Eller havaya. En öndeki bir masaya konuşlanıyoruz. Masamızın üzerindeki sahipsiz birayı şuursuzca içiyorum çingene yanıma hakim olamayarak. Ortama ayak uydurmaya çalışıyorum. Murat Boz adlı arkadaş "Şu dilime kolay ama yüreğime zor bir durum." diye haykırıyor mekânda bangır bangır. Eşlik ediyorum ona fütursuzca. Ne yapıyorum lan ben? 

Yan masamızda 5-6 adet boya küpü karı var. Dibimizde. Şuursuzca kendimizi müziğin ritmine kaptırmışken, öküz gibi bakıyoruz sanırım onlara. Valla tam hatırlamıyorum ama, sanırım bir tanesi önümden geçerken beni hafifçe itiyor. Şurada çizdiğim sessiz sakin çocuk imajı nasıl yerlerde, anlatamam. Sanırsın ortamların piçiyim. Sanırsın her hafta ejderha desenli gömleğimi üstüme geçirip burada kurtlarımı döküyorum. 

Geçen rezil dakikaların ardından vestiyere gidip ceketimi alıyorum. 10 Lira istiyor. Sosyetenin ünlü simalarından Sinan, burada da bir kuruş ödemeden kaçmayı başarıyor ortamdan. Ferrarilerin arasından sıyrılıp servise biniyor, bir kuruş vermeden gitmeyi başarıyor okuluna.

Ne ortamlara girdim dün. Ne Tunalı bıraktım, ne Ümitköy. Totalde 20 Liraya sosyeteye adım attım. Lâkin, gecenin sonunda "Şampiyon Kokoreç"ten yediğim köfte ekmeğin tadını vermedi hiçbiri. Bu dilime kolay ama yüreğime zor bir durum.

s.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Radyo..


Fark etmiş olabilirsiniz, bir süredir bir şeyler yazıp çizemiyorum bloglara. Hele Hafif Tarih'i iyice boşladım, resmen 10 gün oldu bir şey koymayalı. Hafif Tarih sevenlerden özür diliyor, 19 Nisan Pazar günü bu boş geçen günlerin acısını çıkartacağıma and içiyorum. Peki ya bir sorun, acaba neden yapamıyorum? Ne yazıktır ki, bugünleri oldukça yoğun geçirmekteyim. Bu yoğunluğun nedenlerinden biri de radyo.

Efendim okula geldiğimde dahil olduğum tek tük topluluklardan biri de "Radyo Topluluğu" idi. Hatırlarım, arkadaşlarımla tanışma toplantısına gittim ve Radyo Topluluğunu kendime göre bulmadım. Şu blogu devamlı takip edenler artık ne kadar kendi halinde, çekingen bir insan olduğumu sanırım biliyorlardır. Ancak Radyo Topluluğu çok neşeliydi. Benim neşe katsayımın oldukça üstündelerdi. Bu yüzdendir ki "Oha lan ben bu kadar renkli bir insan değilim, yapamam ben burada." gibi düşünceler geçti aklımdan. Onlar ise neşelilerdi.

Daha sonra her pazar günü saat 14 sularında, radyo derslerine gitmeye başladık. Ünlü konuklar, hoşsohbet, eğlence ve daha fazlası! Evet bu dersler de oldukça neşeliydi. Güzeldi ama. Bu neşeli derslerin ardından neşeli bir törenle derslere katıldığımızı belgeleyen bir sertifika aldık. Bunun anlamı şuydu: Toplulukta alt kurul olmuştuk ve bundan sonra işin pratiğine geçmeye hak kazanmıştık. İşte, işin pratiğine geçme aşamasındayım ben de birkaç gündür.

Vallahi pek radyo dinleyen bir insan değilim. Radyoyla en yoğun ilişkim lise hayatım boyunca okul servisinde "Powertürk" dinlemek oldu. Bir de TRT Fm bilirim biraz. TRT Fm'in haber müziğini çok iyi bilirim. Eminim ki duysanız siz de bilirsiniz. Başka? Bir de bazı sıkıcı yaz geceleri Muzo'yu dinlerdim. Gördüğünüz gibi 18 yıllık kısa ömrümde radyoyla olan alâkamı üç satırda aktarmayı başardım. Buna rağmen radyoda bir şeyler yapmaya oldukça heves ettim.

Bilenler bilir, boru gibi bir sesim vardır. Ben de kendi kafamda bu sesin haber okumaya elverişli bir ses olacağı kanısına vardım. "Evet lan kassam yaparım ben bu işi." diye düşündüm. Zaten DJ olacak meziyet ve neşeyi de göremiyorum kendimde, "Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin" falan desem bana yeter yani. Ancak öğrendim ki, haber okumaktan ziyade DJ olmaya uğraşsam; benim açımdan daha faydalı olabilirmiş.

Ulan DJ olmayı geçtim, bu işi denemek bile gerilim arkadaş. Ben "Radyo Odtüüüü yüzüçnoktabiir hayatın sesini aağğç! Bomba gibi bir şarkı enerjiler süppppper kelebekler böceklerrr müthişşş." falan diye konuşabilecek adam mıyım lan? Konuşmayı geçtim, peki ya bunları yazmak? Vallahi o kadar imkansız geliyor ki şu anda. Ama deniyoruz. Bakalım. Hayat neler gösterecek.

Gördüğünüz üzere gerçekten yoğun işlerim var. Şimdi oturup anons yazacağım biliyor musunuz? "Günü yakalama" anonsuymuş. Ben kendim yakalayamıyorum günü, size mi yakalatacağım yani? Bırak allaaaşkına. Esen kalın efendim.

s.

12 Nisan 2009 Pazar

Boş..


Oysaki her şey ne kadar güzel başlamıştı. Sabahın erken saatlerinde kalktım. Öksürük krizinden bir nebze olsun kurtulmuş gibiydim. Yüzümü yıkadım. Pencereden dışarıya baktım. Adeta "Hacı ne işin var yurt odasında hadi git giyin, gel." diyordu hava bana. Güzel bir banyo yaptım, rahatladım. Arkadaşlarımla kahvaltı etmeye gittim. Harika bir kahvaltının ve akabindeki sohbetin ardından okulun radyo topluluğunun dersine gittim. Oradaki arkadaşlarımla da sohbet ettim. Radyo Topluluğu üyeleri de her zaman olduğu gibi parıl parıl parlıyor, etrafa mânâsız bir neşe saçıyordu. Eğleniyordum. Güzel bir gündü.

Dersin ardından yemek yeme kararı alındı. Gidildi. Yenildi. Akşamki derbide takımların şansı üzerine birtakım tahminler yürütüldü. Hoşsohbet sürüyordu. Yemeğin ardından bazıları evine gitti, bazıları okulumuzdaki Çarşı'nın karşısındaki çimlere yayılarak baharın tadını delicesine çıkarma kararı aldı. Herkes programını yapmıştı. Ortada bir tek ben ve arkadaşım Berkay kalmıştık.

Dışarı çıktık. Ortalık sayfiye yerine dönmüş idi. İnsanlar çok mutluydu. Her tarafta sevgililer, sevgililer. Arkadaş grupları. Kahkahalar. Neşe yumağı. Biz de bu bahar havasında ne yapacağını bilemeyen iki öküz olarak "Top oynayak." dedik.

Top aldık. Top oynayacak yer bulamadık. Saçma sapan otların arasına girdik. Birbirimize pas attık. O bana attı. Ben ona attım. Durduk. Topu geri verdik.

Çimlerdeki neşe yumağına katılalım dedik. Ancak arkadaşlarımız kahkahaya doymuş olacak ki, kalkıyorlardı. Kimi bu güzel günün ardından eve gidiyordu, kimi Galatasaray ve Fenerbahçe takımları arasındaki mücadeleyi izlemek üzere oradan ayrılıyordu. Biz iki öküz, bu fikirleri cazip bulmadık. Çok daha güzel planlarımız varmışçasına oradan ayrıldık.

Yürüdük. Sağa yürüdük. Sola yürüdük. Geri yürüdük. "Beşiktaş da bu sene iyi." dedi Berkay. Sustuk. Yürüdük. "Gel Çarşı'ya gidelim, tanıdık simalar görürüz belki." dedim Berkay'a. Ne yapsın, kabul etti. Gittik. Görmedik. Çıktık. Yürüdük.

"Şok" alışveriş merkezine girdik sonra. Su almak için. Berkay bir adet Pınar Su ve Ülker Napoliten Çikolata satın aldı. Ben de bir adet Pınar Su ve Alpella Üçgen Çikolata satın aldım. Katalog ürünüydü, ucuza aldım. Bu 1.8 liralık alışverişin ardından biraz daha sağa sola yürüdük, elimizde yolluklarımızla.

Çarşı'ya geri döndük. Belki maçı izleriz dedik. Yer bulamadık. İki şopar, merdiven altına oturup oranın buranın ekranından sebeplenmeye çalıştık. Vazgeçtik. Geri döndük. Kısa bir yürüyüşten sonra o evine gitti, ben yurduma ilerledim.

Güzel başlayan bir gündü. Tatsız bitti. Yürüdüm.

s.

10 Nisan 2009 Cuma

Yitip giden..

Efendim merhabalar, nasılsınız görüşmeyeli? Hafif Tarih'i okuyor musunuz? Sağoluun, sağolun. Neyse. Bugün sizlere "Sinvegur"un bilinmeyen taraflarını açacağım. Zamanında "Güzel konu bu yazayım." diye pek çok şey yapmaya niyetlendim. Hatta bazılarında o kadar niyetlendim ki, çizimlerini bile yaptım. İşte bugün sizleri o hiçbir zaman göremediğiniz yazıların hiçbir zaman göremediğiniz çizimleriyle yüzleştireceğim. Hikâyeleriyle birlikte. Umarım hoşunuza gider.


Yukarıdaki çizimde gördüğünüz üzere, yaşım kemale ermiş. Zamanında yaşlanmış bir Sinan olarak karşınıza çıkmayı planlamış; hâlâ kanca oynayan, Anı 2349'u falan yayınlayan bir yazar olarak bir hoşluk yapmayı planlamıştım. Hani onlarca sene geçmiş de ben hâlâ mal gibi aynı blogu yazıyormuşum gibi. Anladın? Sonra saçma geldi nedense bu fikir. Yapmadım. Olmadı. Yukarıdaki çizim de elimde patladı bir güzel.


Yaklaşık altı ay öncesinden kalma "Dersane Sektörü.." adlı bir yazım var, hatırladınız mı? Nereden hatırlayacaksınız ya. Burada. İşte bu da o yazının sonuna eklemeyi düşündüğüm bir çizimdi. O yazıda bahsettiğim, dersanelerin dağıttığı VÇK, SÇK gibi saçma sapan kılavuzlara binaen çizilmiş bir şey idi. Ancak sonra bir baktım da, arkadaş bu kadar mı kötü çizilir ya? Bir çizim bu kadar mı sallamasyon olur? Koymadım haliyle. Yitip gitti bu da.


Burada da görebileceğiniz gibi benim küçüklüğüm var. Büyük bir heyecanla gazete bayiideki dergiyi görüyorum falan. Bu da yaklaşık 10 senedir takip ettiğim L-Manyak, Lombak, Penguen, Kemik falan gibi odamın üçte birini kaplayan dergilere duyduğum aşkla ilgili bir yazı içindi. Olmadı. Aslında şu anda düşünüyorum da, bu yine yapılabilir. Kötü fikir değil. Yukarıya koyduğuma bakmayın, yarın öbür gün kullanırım ben bu çizimi yine. Yazacağım onu ben.


4 Ocak 2009 tarihinde kamuoyuna sunduğum "Yemek.." adlı eseri bildiniz mi? Nereden bileceksiniz. O da burada. İşte o yazının ikinci çiziminde ben varım. Banyodan çıkmışım. Şişmanım lan falan diye düşünüyorum. Hah. İşte aslında o "Banyodan çıkınca kendini şişman hissetme" olayı bambaşka bir yazının konusu olacaktı. Bu da onun çizimiydi. Sonra "Bu ne lan karı gibi banyo manyo." diye düşünerek planımı rafa kaldırdım. Bu çizim de o günden yadigâr kaldı.


Burada da ben varım. Birkaç yazımda çizdiğim odamı buradan tanıdınız mı? Nereden tanıyacaksınız. İşte orası benim odam. Resmimizde de yatağın üstünde telefonum var. Ben ise bilgisayarın başındayım. Mânâsız sevincimin nedeni ise; Nokia PC Suite adlı program sayesinde telefonuma gelen çağrıları, mesajları bilgisayarımdan haber almam. Bu da hiçbir zaman anlayamadığım Bluetooth teknolojisiyle oluyor. Ben bu programı ilk kullandığımda böyle büyük heyecanlar yaşadım. Teknolojiye akıl erdiremediğimi düşündüm. Sonra da bu akıl erdirememle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Ancak bir süre sonra hevesimi aldım, Nokia PC Suite bana ilginç gelmemeye başladı. Bu fikir de hayata geçemeden sönüp gitti. Evet.


Bu ne ya? Bunu da İzmir'de yaptım. Müzik dinleyerek sahilde mutlu mesut tur atıyorum. Ancak bunu niye çizdim, gerçekten hatırlamıyorum. Bloga koyacaktım. Eminim. Ama neden? Bilmiyorum.


Ve geldik sona. Efendim 8 Ağustos 2008 tarihinde yukarıda gördüğünüz siyasi içerikli çizimi can sıkıntısından çiziktirdim. Sonra ani bir kararla bloga da koydum bunu. Ancak devamlı takipçilerim bilir, bu blogda bir satır siyasi bir şey görülmemiştir şu ana kadar. O yüzden bunu koyduktan sonra da içime bir kurt düştü. "Bu ne ya." dedim. Hani müthiş ince bir espri olsa ortada, inanılmaz ayrıntılar yakalasam neyse, o da yok. Başlığı da "Lüzumsuzsa söndür.." koymuşum. Aman ne yaratıcı! Böyle çelişkilerle dolu bir günde, blogumu ölesiye eleştirmeye and içmiş kadim dostum Çağlar'dan da "Olm bu ne yaa hiç olmamış..." gibi bir tepki alınca, bir dakika bile durmadım. Çizimi kaldırdım. Yerine "Köpek.."i koydum, bildiniz mi? Nereden bileceksiniz ki. O da burada.

Biraz uzun oldu ama, çok resimli falan işte. Resimlerine bakarsınız olmadı. Esen kalın efendim. Sevgiler.

s.