31 Temmuz 2009 Cuma

Dişçi..


Nasılsınız efendim? Beni soracak olursanız; deniz, güneş, kum üçgeninde takılıyorum işte. Bunun yanında söz verdiğim gibi sizlerden de kopmuyor, tee buralardan yetişiyorum. Tabii ki bunda eve varıp bilgisayarı açtığımda yaşadığım "Kablosuz ağlar bulundu!!1!" sürprizinin etkisi de yadsınamaz. Neyse, sadede gelelim biz.

Geçen yazımızın sonunda belirttiğim gibi, ben geçen gün ilk kez dişçiye gittim. Evet, ilk kez. Ne yapayım arkadaş, daha önce bir problem yaşamadım güzelim dişlerimle. Efendi gibi dişlerimi fırçalarım günde üç vakit. Ne çürük görmüşlüğüm vaar, ne tel takmışlığım. Ha tabii şimdi "Peki neden bilmem kaç ayda bir düzenli kontrollere gitmedin ipana reklamındaki çocuklar gibi?" diyebilirsiniz, o zaman bir şey diyemem. Kaçımız gidiyoruz ki kontrollere falan di mi ama?

İşte böyle "Süper dişlerim var hiç çürüğüm yok." diye takılırken, aylar önce birden alt sıralarda uzaklarda sinsi gibi duran bir dişimin köşesinde ufak bir boşluk bolduğunu fark ettim. Tabii ki duyarsız bir öküzmüşçesine "Bişey olmaz yeaaa." diyerek üstünde durmadım. Ta ki, birkaç hafta önce yemekler bana zehir olana dek. Ta ki, acılar içinde kıvranana dek. İşte bunun üzerine bu acı gerçeği önce kendime, sonra da anneme itiraf ettim: "Dişimde bişey var benim."

Randevu alındı. Annemin annesinin, ki anneannem olur kendisi, dişçi olması ve birtakım bağlantıları olmasından mütevellit, tanıdık bir doktora gidildi: Gülüm Hanım. "Gülüm ne lan?" demeye kalmadan kendimi dişçi koltuğunda otururken buldum. Daha önce oturmamış olduğumdan bana uzay mekiği gibi geliyor tabii. Sol tarafımda minimalist bir lavabo, ufak bir su bardağı. Önümden ışıklar geliyor, sağda birtakım matkap gibi şeyler. Olayla hiç alâkam yok. Haliyle içimden "Allaaam ne olacak acaba, acıyo mu lan yoksa, ya dolgu yaparlarsa nası bişey o allaam zor mu." diye düşünceler akıp gidiyor. Tabii ki bunu yanımdaki sevgili Gülüm Hanım'a ve anneanneme çaktırmıyorum.

Efendim ağzımın içine bir ışık sokuldu, çıkarıldı ve dolgu yapılması gerektiği söylendi. Tüm bunların takriben 3 saniyede gerçekleşmesi, tıp dünyasına saygımı artırdı. Ben başımı öne eğdim, "Tamam." dedim titrek sesimle. Sanırsın böbreğimi alacak kadın. Öncelikle ağzımın içine şak diye iğneyi basıvermesin mi Gülüm? Dilim dudağım davul gibi şişmesin mi? İşte bu "uyuşturma" işlemi o kadar kısa sürmedi, tıp dünyasına saygım biraz azaldı. Ancak asıl rahatsız edici olan, yan tarafımdaki Gülüm Hanım ve anneannemin, girdikleri harlı geyiğe davul gibi ağzımla beni de dahil etmeleriydi. Efendim Gülüm'ün oğlu SBS'ye girmiş de, yabancı dili çok iyiymiş de, o da "İnşallah Sinan gibi güzel okullarda okurmuş." da... "Almanca nasıl Sinan zor mu?" diye sordu Gülüm. "Eeşeşe eee zeor tabeei artikeallear felan." gibi şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Gülüm bu Medyum Keto tadındaki konuşma tarzımı çok normal karşılamış olacak ki İngilizce ve Almanca dillerinin zorluk seviyeleri hakkında bir hayli soru sordu. Neyse ki uyuştu her tarafımız sonunda.

Bu noktada Gülüm bana küçük miktarda bir sıvıyı ağzımda çalkalamam gerektiğini söyledi efendim. Ben sıvıyı ağzıma götürüyorum ancak çalkalamak için biraz da su almam gerektiğini akıl edemedim ne yazık ki. Bir yudumluk şeyi ağzımda çalkalama çabamı gören çilekeş Gülüm, "Biraz da su al istersen." diye kibarca uyardı beni. Ne yapayım lan, gitmedim daha önce allaallaa.

Bundan sonra çok kayda değer bir şey olmadı. Sadece Gülüm ağzıma hortum soktu, oradan matkapla bir yerleri deldi, içine çimento harcı gibi bir şeyler doldurdu. Anladım ki, dişçilik de bir nevi amelelik. Evet. İlk dişçi deneyimimde ne yazık ki böyle yüzeysel bir çıkarım yapmak durumunda kaldım. Buradan sevgili Gülüm Hanım'a sevgilerimi ve saygılarımı iletiyorum. Ağrı sızı yok Gülüm, kanal tedavisi falan diye gözümü korkuttun da yok öyle bir şey yani. Haydi hoşçakal.

s.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Heaoey..


Gördüğünüz üzere, kısa bir süreliğine denizli menizli ortamlara gidiyorum. Ancak bu demek değil ki, sizleri yazılarımdan, çizimlerimden mahrum bırakacağım. Demek değil ki Facebook'ta mesaj kutunuz boş kalacak. Merak etmeyin! Orada da bir yolunu bulup rahatsız ederim sizi! 

O değil de ben bugün ilk kez dişçiye gittim. Pek yakında.

s.

26 Temmuz 2009 Pazar

Anı 12: Nilay..


Efendim merhabalar. Fark ettim ki uzun süredir sizleri utanç verici anılarımdan mahrum etmişim. Düşündüm ki artık zamanı geldi. Aylardır sizlerden sır gibi sakladığım, hafızalardan silinsin istediğim bir anımı paylaşmanın, artık zamanı geldi.

Senee, kaç? Dur bakayım. Şimdi ablam ilkokulda olduğuna göre, 9-10 yaşlarında. Bu durumda ben de 4-5 yaşlarında oluyorum. 1994-1995 yani. Ne yazık ki, o zamanlar oldukça yabani bir çocuktum. Eve gelen misafire gidip de bir merhaba demeyen, bütün gün odasında öküz gibi lego oynayıp dergi okuyan biriydim. Toplumdan uzak marjinal bir yaşam sürüyordum. İşte az sonra anlatacaklarım da, toplum hayatına adım attığım ender zamanlardan birinde gerçekleşti. O zamanlar ablamın, daha sonra da benim okulum olacak, "Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu"nda yaşandı her şey.

Neden okula ablamı ziyarete gittik, anımsayamıyorum. Ancak o gün maksimum düzeyde kıskançlık duygusu beslediğimi tahmin edebiliyorum. Çünkü ablamın okula gidiyor olmasını o kadar kıskanırdım ki, eve gelip de okulda yaptıklarını anlattığında sözünü keserek "Biz de bugün okulda işte şöyle yaptık buraya gittik." gibi yalanları ailemin gözünün içine baka baka söylemeye hiç çekinmezdim. 

Dediğim gibi, ablamın ziyaretindeyiz. Okul bahçesinde öğrenciler bir o yana bir bu yana deli gibi bir mutlulukla koşuşturuyor. Sinirlerim çok bozuk. Ben de okula gitmek istiyorum. Derken ablamın sınıfına giriyoruz. Büyük bir coşkuyla karşılıyor bizi. Yalnız değil. Yanında, o zamanki kadim dostlarından, şimdi de zannedersem ara sıra görüştüğü, Nilay var.

Annem, ablam ve Nilay üçgeni arasında birtakım konuşmalar, gülüşmeler gerçekleşiyor. Ben ise küçük odamdan çıkıp onlarca insanın arasına girmiş olmanın travmasıyla çevreye sinirli bakışlar atıyorum. Kafam önde. Gerginim. İşte tam bu esnada, hiç istemediğim bir şey oluyor. Ne yazık ki, ilgi benim üstüme çekiliyor. Nilay'ın "Sinaan nabeer ay çok şekeer." şeklindeki çıkışları beni iyice geriyor. Annem ve ablamın da "Bak Nilay abla bak bak bak bak." dayatmalarıyla soğuk terler akıtmaya başlıyorum. Allahım neden buradayım? Neden odamda değilim? Aklımdan bu sorular geçerken, Nilay son noktayı koyuyor, "Gel öpeyim seni." diye bir hamle yapıyor bana.

İşte o an, benim kayışlarımın koptuğu andır.

Öncelikle bileğinden tutarak durduruyorum onu. Çevik bir hareketle o düz saçlarını yakalıyorum. İnce bir bilek hareketiyle kafasını yere dönecek şekilde büküyor, kendime doğru çekiyorum. Boşta olan sol elimle, sırtına şimşek gibi darbeler indiriyorum. Hatırlatayım tekrar, 4 ya da 5 yaşındayım. Nilay ağlıyor. Ben sinirliyim. Ayırıyorlar bizi. Olayın devamını çok net hatırlamıyorum, herhalde sinir krizi falan geçiriyordum.

Aradan yaklaşık 15 sene geçti. Nilay'ı bir daha hiç görmedim. Bilmiyorum Nilay, sende de bende olduğu kadar derin izler bıraktı mı bu olay acaba? Eğer ki bıraktıysa, eğer ki günün birinde tesadüfen denk gelir de bu satırları okursan, bil ki çok üzgünüm. Artık o günler geride kaldı. Kimsenin sırtına sırtına vurmuyorum. İzin verirsen, senden de özür dilemek isterim. Beni affet. Hoşçakal.

s.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Alkol..


Efendim nasılsınız? Beni soracak olursanız, hiiç iyi değilim. Çünkü yaklaşık 120 derecelik bir sıcakta hâlâ İzmir'de sürünüyorum. Tatile ihtiyaç duyuyorum. Zor durumdayım. Neyse.

Bugünkü konumuz alkol. Nedir alkol? Arkadaşlarımızla dışarı çıkıp oturduğumuzda, bira gibi votka gibi türlü içkiler vasıtasıyla damarlarımıza duhul olan... madde? Madde mi denir ona ne denir artık bilemedim. Tabii ki alkolü başka zaman ve mekanlarda da almak mümkün; lakin, biliyorum ki bu blogu takip eden kitle genelde bu şekilde kullanıyor.

Yeri geliyor, biz de kullanıyoruz tabii. Ben çok kullanmıyorum aslında. Çok içebilen bir insan değilim. "Geçen gittik dokuz bira iki tekila içtik." gibi anılarım yok. Efendi gibi oturur, sakin sakin biramı içerim. Genellikle üçüncü biramın ortalarında gözlerim hafif kısılır, suratıma aptal bir tebessüm yerleşir, yüzüme nur gelir. Nasıl anlatsam ki o pis ifadeyi. Çizmeye çalıştım bak yukarıda. Ancak bilincim yerindedir. Sadece gereksiz bir yavşaklık kaplar her yanımı. Daha açık sözlü olabilirim, ama çok da tehlikeli değilimdir.

İşte o noktada, benim hesabımı ödeyip kalkmam gerekir. Kalkmasam bile, bardağımı alan adamın "Başka bir arzunuz?" gibi önerilerini kibarca reddetmeliyim. Ne yazık ki, bazen etmiyorum. "Ee, bi 50lik daha alayım ben madem." diyorum. Onu da içiyorum. Bir yandan masadaki yağlı yağlı patlamış mısırları fütursuzca tıkınıyorum. Bu noktada iyi olup olmadığımı anlamak için "kafayı sağa sola çevirme testi"ni uyguluyorum. Bilmem siz de uygular mısınız. Eğer bu çevirmelerde görüntü hafif hafif aşağı doğru kayıyorsa, bu güzel bir alâmet değil.


Bu içki sofralarının bir diğer vazgeçilmezi de, tabii ki tuvalet. Bu noktada iğrençleşebilirim, çünkü size pisuvar başındaki mutluluğumdan bashetmek istiyorum. İşte o noktada, dünyevi hayatın tüm dertlerinden uzaklaşıyor, sadece az önce masada dönen yavşak muhabbetleri düşünerek "Isshhhshsıshıh." diye gülüyorum ben. Ardından aynaya bakıyorum, kendimi inceliyorum, yüzümü yıkıyorum.

Masaya dönünce daha sağlıklı bir insan görünümüne bürünüyorum. Yerli yersiz her muhabbete "Harbi mi diyosun ahahahaha!!1!" şeklindeki müdahalelerim, birtakım şakalarım, muzipliklerim tüm hızıyla sürüyor tabii.

Ve eve dönüş. Tanesi 3.5 ya da 4 liradan 4 tane bira. 15-16 lira hesap öde. Pisuvar başındaki mutluluk için değer mi? Masadaki yavşaklığın tadına varmak için değer mi? Eh, değebilir aslında bazen. Daha sonra otobüs durağı. Otobüs durağında da kendim gibi "çakırkeyf" tipler görmem zaman ve mekan itibarıyla gayet olası. Görüyorum. İşte o noktada yeni bir macera başlıyor benim için.

s.

16 Temmuz 2009 Perşembe

1..

16 Temmuz 2008 tarihinde, bir süre önce ÖSS'den çıkmış, sıcaktan bunalan, hayatına bir renk katmak isteyen Sinan; dönemin yavaş yavaş yükselen trendlerinden birinden medet ummaya karar verdi: Blog açtı.


Aslında "yazmakla" zerre kadar alâkası olmayan bir insandı. Ortaokulda kompozisyon derslerinde 80-85 falan alırdı, onlar dışında kayda değer bir eser vermişliği yoktu yazın türünde. Ancak çizimlerini insanlarla paylaşmaya hevesliydi. "Ulan şimdi sırf çizerek de blog olmaz ki, altına üç beş satır bir şey yazarım." diye düşündü. Kısacası, arasına yazılar katılan bir çizim bloguydu amacı.


Hiçbir şey planlandığı gibi gitmedi. Sinan blogunda sürekli "Bir keresinde de şöyle olduydu hehehe." tadında anılarını paylaşıyor, yazıya da çizim kadar, belki çizimden de fazla, ehemmiyet gösteriyordu.


Yaz aylarının verdiği sıkıntı, yeni blog açmışlığın hevesiyle de birleşince; ilk aylarda pek çok güzide eser verdi. Daha sonra okul başladı, Sinan'ın blog performansı da hâliyle dibe vurdu. Ayda 15-20 olan ortalaması, 5-6'ya düştü. Blog artık ona zor geliyordu.


"Amaaaan skerim yaa. Kapatıcam olum ben blogu artık. Zaten doğru dürüst okuyan da yok, boşu boşuna uğraşıyorum lan." gibi demeçler vererek defalarca isyan etti. Ancak kapatmadı blogu. Nadiren kendisine gelen "Slm, blogunu okudum çk beğendim çizmlerin çok güzel :))" mesajları ona şevk veriyordu. Hâttâ o gazla Facebook grupları açtı. Siz çilekeş okurları "Bakın lan bakın ne yaptım hehehe." diye mesaj bombardımanına tuttu.


Okul mokul da bitti. Sıkıcı yaz günleri geri döndü. ÖSS sonuçlarının açıklanmasından, üniversitedeki ilk senesini bitirene kadar; her anını bok varmış gibi blog vasıtasıyla canlı olarak size yayınladı Sinan. Bugün 16 Temmuz 2009. Bir sene oldu. Yayınlamaya devam edecek. Facebook'tan mesajlar yağdırmayı sürdürecek. Kaçamazsınız olm. Kurtuluşunuz yok benden.


s.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Otobüs..


Zannedersem hepiniz otobüse binen insanlarsınız. Otobüs dediğim, şehir içi otobüsler canım. Toplu taşıma araçları. Belediye otobüsü. Onlardan işte.

Ben de biniyorum efendim. İzmirli olanlar bilir; burada iki esas otobüs vardır. Biri 169, diğeri ise 121. Diğer otobüsleri kullananlar lütfen bu lafıma alınmasın, biraz objektif olsun. Gelin itiraf edelim, en popüler iki otobüs bunlar işte. Ben de muhitim itibarıyla bunlardan 169 olanını sıklıkla kullanıyorum. 

169'un ve 121'in yolcu kitlesi; izledikleri güzergâh itibarıyla diğer otobüslere nazaran daha "genç" oluyor. Misal bir 169, öncelikle "İzmir Ekonomi Üniversitesi"nden boya küpü hanımları ve beyleri toplar, yol üstünden "Alsancak"a gezmeye giden gençleri bünyesine katar. Dersaneye giden ortaokul ve lise öğrencileri de her zaman 169'dadır. Gördüğünüz üzere yaş ortalaması oldukça düşük. 121'in güzergâhı da hemen hemen benzer aşamalardan ibarettir, tek farkı karşıdaki yakada yer almasıdır, bu yüzden iki otobüsün yolcu kitlesi oldukça örtüşür.

Her neyse, sadede gelelim. Esas anlatmak istediğim şey, bu toplu taşıma serüvenlerimde kendi adıma girdiğim ilginç tripler, mânâsız düşüncelerdir. Biraz daha açalım. Benim için ortalama bir toplu taşıma serüveni durakta başlar. Durağa gelir gelmez, hemen çevremdeki insanları incelemeye başlarım. Dediğim gibi, yolcu kitlesi genelde bizim gibi gençlerden oluştuğu için mutlaka durakta "kendimi beğendirmeye çalışabileceğim" bir dişi vardır. "Nasıl yani?" demeyin. Bir dinleyin önce. İşte ben; o duraktaki "hoş kız"ı bulurum, ona yakın bir noktada beklerim otobüsü. Gerilirim, kasılırım, bir şeyler yaparım. Arada kızı incelerim bakışlarımla. Yüzde doksan dokuz oranında kız orada olduğumun farkında bile değildir.

Otobüsümüz gelir. Bineriz. Otobüs şartları elveriyorsa, kızın yanını asla kaptırmam. Elverişli değilse, ki çok yüksek bir ihtimaldir, kıza yakın bir noktada yerimi alırım. "İşte" derim, "Bu yolculuğumuzun hoş kızı da bu." Benim için her yolculukta böyle bir kız olur. Ortalama 15-20 dakika süren yolculuğumuzda kızı izlerim ve "kendimi ona beğendirmeye çalışırım" resmen!

Bu noktada gözden kaçırdığım nokta şudur; İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin tahsis ettiği bu ESHOT Belediye Otobüsleri'nin onlarca yıllık tarihinde, hiçbir zaman durakta ya da otobüste yeni bir aşk doğmamıştır, doğmayacaktır da. Otobüs, sadece bölge insanlarını toplu halde bir yerden bir yere taşımayı amaçlayan bir belediye hizmetidir. Bu gerçeği gözardı ederek yaşadığım yüzlerce otobüs yolculuğunun da sonu hep aynıdır. Ya "Otobüsün hoş kızı" benden önce iner, ya ben. Ya da aynı yerde iner, farklı istikametlere doğru yola çıkarız. "Hoşçakal" derim içimden bu yolculuktaki bir daha hiç görmeyeceğim sevdiceğime.

Olm neler diyorum lan ben? Neler yapıyorum? Sapık değilim ben ha. Valla. O kızların da hiçbirini gerçekten sevmedim, hepsi tek otobüslük ilişkilerdi. Burada samimi hislerimizi paylaşıyoruz, arkamdan atıp tutmayın ha. Lütfen. Cık. Neyse esen kalın efendim.

s.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Dondurma..

İki farklı dondurma hikâyesi.

Hikaye 1. Çocuk dondurma alıyor.



"Bi tane sade çikolatalı abi bi milyonluk."

***

Hikaye 2. Ben dondurma alıyorum. En azından planlıyorum.



"Hmm. Lan aslında uzun zamandır açık dondurma yemiyorum ha. Algida almayayım bu sefer, sade çikolatalı alayım şuradan. Yalnız 'Sade çikolatalı' dersem adam yanlış anlayabilir lan. Hani 'Sadece çikolata olsun başka bir şey olmasın' gibi. Ne desem? 'Sütlü çikolatalı' desem aynı mantık. Sütlü çikolata yani. 'Siyah-Beyaz' desem? Yok lan o ne öyle çocuk gibi. Hah 'Çikolatalı sade' diyeyim lan. Yok o da aynı şey aslında. Off. 'Çikolatalı olsun, bir dee hmm sade olsun, sütlü. İkisi birden yani.' gibi bir şey derim anlar ya. O değil de, kaç para lan acaba bu dondurmaların standardı? Bayağı oldu açık dondurma almayalı, eskiden 'Bir milyonluk' falan diyordum da, şimdi nasıl oluyor acaba? Şimdi gidip saçma sapan bir şey söylememek lâzım. 'Üç milyonluk' falan desem, o da çok mudur acaba? Sonuçta Magnum bile iki falan. 'Bir milyonluk' desem de sanki param yokmuş da az alıyormuşum gibi bir konuma düşme riski var. Offff. Skerim böyle işi ya gideyim Cornetto alayım ben." 

s.

7 Temmuz 2009 Salı