30 Ağustos 2009 Pazar

Anı 14: 4, 12, 26, 38..


Fark ettim ki 30 Ağustos Zafer Bayramı gelmiş çatmış. Zaten uzun zamandır öküz gibi oyun oynamaktan yaratıcılık sıkıntısı çeken bendeniz, hemen "Ulan bu günün anlam ve önemine binaen söyleyecek bir şeyler var mı." diye düşünmeye başladım. Bulamadım. Ama başka bir şey buldum. 19 Mayıs'la ilgili acı bir anımı hatırladım bir anda.

Sene 2004. Sekizinci sınıfın sonlarına yaklaşmışız. Bahar ayları. Rapor alacağız hepimiz ki Haziran ayındaki OKS'ye hazırlanabilelim. Biz hiç OKS demezdik lan bu arada, LGS derdik yani. Neyse. İşte o dönemde gördüğümüz "Trafik" adlı ömür törpüsü dersimize girmekle kalmayıp bir de "Beden Eğitimi" dersimize giren pis bir karı vardı şimdi ismi lâzım değil. İşte bu karının birtakım girişimleri sonucunda, biz sınıfça 19 Mayıs için "Gönüllü sınıf" falan gibi bir şey olmuştuk galiba. Bu durumda, sınıftaki kızlar 19 Mayıs'ta İzmir Atatürk Stadyumu'nun kale arkasında "Cumhuriyet yaşasın oley." tadında marşlar okuyacak, biz lavuk erkekler ise açık tribünde karton kaldıracaktık. Gönüllüyüz çok.

Kulağa ne kadar da eğlenceli geliyor. Hep ilgiyle izlerdim "Aaa kartonu çevirdi Atatürk oldu aaaaa." diye. İşte, artık ben de onlardan biri olacaktım! Hevesle başladık bu maceraya. Sabahın köründe okula geldik. Elimize bir çuval karton verdiler. Lan küçücük çocuğuz zaten, boyum kadar elli tane kartonu amele gibi taşıdık otobüse. Otobüste de ayakta yolculuk etmemiz, günün geri kalanı hakkında bir mesaj veriyordu sanki bize. "Bu güzel bir şey değil geri zekalılar." demek istiyordu.

Saat 10.00 civarı, ülkemizin güzide stadyumlarından Atatürk Stadı'nda cumhuriyetin neferleri gençler olarak yerlerimizi aldık. Güneş arkamdan yavaaş yavaş yükseliyor bu esnada. Karşı tribündeki bir adam, elinde mikrofonla bize direktifler veriyor, böyle böyle yapacaksınız diye. Başladık. Adam "Evet gençler, L1!" diyor mesela. Hemen önümüzdeki kartonlardan "Aha L1 nerede lan." diye aramaya başlıyoruz. Bulduktan sonra da kartonumuzu ters çevirip bekliyoruz ikinci direktifi. "Evet çocuklar aşağıdan başlıyoruz yavaş yavaaş 4, 12, 26, 38, 54..." falan diye bir şeyler söylüyor adam. Biz de aşağı sıralardan başlayarak Meksika dalgası tadında "hooop" diye önünü çeviriyoruz kartonların. Ulan bu nedir ya? Biri açıklasın bana bunu. Bu adam neden götünden sayılar uyduruyordu biz kartonları kaldırırken? Bak beş sene geçti hâlâ mantığını kavramış değilim bunun. Neyse efendim başlarda "Heheh eğlenceliymiş." falan diye düşünüyordum. Güzel olacak gibiydi.

Beş saat geçti sonra.

Allah belanızı versin. Saat 16 küsür. Gözlerim dolu dolu. Ensem kara kara. L1'inizi de T2'nizi de alın, hepsi sizin olsun şerefsizler. Ne işimiz var lan bizim burada? Neden! Bıraktım efendim. Sabahın köründe ülkesinin medar-ı iftiharı, cumhuriyet çocuğu Sinan olarak yola çıkan ben; o dakikadan itibaren Atatürk'ün gözünü kaşını yarım bıraktım sinirle. O sırada İzmir'in yerel televizyonlarından birinde bizi izleyen biri olmuşsa, ona sesleniyorum. Hepsi benim yüzümden. "Atatürk" yazısının ü'sünün noktasında bir boşluk olduysa, benim yüzümden. Türkiye haritasının Çorum taraflarında bir eksiklik varsa, benim yüzümden. Hepinizin Zafer Bayramı'nı kutluyorum.

s.

23 Ağustos 2009 Pazar

Küçük..


Merhabalar. Bugün izninizle sizlere tatilimin Foça'dan sonra girdiği süreçten bahsetmek istiyorum biraz. Foça'da son derece çılgın bir kamp hayatı tecrübe ettiğimden, çadırıyla, tuvaletiyle, sazıyla sözüyle bir heyecan kasırgası yaşadığımdan hemen aşağıdaki yazıda bahsetmiştim. Peki bu çılgın delikanlı şimdi neler yapıyor? Nerelerde? Hepsi burada.

Şimdi efendim ben şu anda Balıkesir ilinin Ayvalık ilçesindeyim. Burada aile tatili yapıyorum. Ev hayatı olunca tabii Foça'nın aksine, tuvaletinden tut yemeklerine kadar her şey harikulade. Dışarıda güzel bir hava. Karşımda Cunda Adası. Lâkin ne yazık ki ben önüme sunulan bu imkanlardan faydalanamıyorum. Buradaki tatilimi yaklaşık 15 metrekare tutan bir odada geçirmek durumunda kalıyorum. Elimde değil, çünkü ben Football Manager oynuyorum.

"O ne lan?" diyorsanız bu kısmı okumadan atlayabilirsiniz. Demiyorsanız, zaten durumumu anlamışsınızdır. Üç gün önce "Inter Milan" takımını çalıştırmaya başladım. Şu anda oyun sürem takriben 18 saat. İkinci sezonuma başladım. Takımda dengeler çok iyi. Sağolsun yeni başkanımız çok para verdi, yerinde transferler yaptık. Sanırsın her ayın 8'inde Kredi ve Yurtlar Kurumu'ndan "Öğrenim Kredisi" alan insan ben değilim, saçtım milyon dolarları. Ekran başında minik yuvarlak adamların attığı golleri hop oturup hop kalkarak izliyor; onlarla sevinip, onlarla üzülüyorum. Gece yatağa gittiğimde takımın eksik yönleri hakkında derin düşünceler içerisindeyken, uyuyakalıyorum. Sabah ise takım elbiselerimi giyip yeniden bilgisayarın başında yerimi alıyorum.

İşte hayatıma kattığım bir tat buydu. Bir diğeriyse, Gofy. Yine "O ne lan?" diyebilirsiniz, anlarım sizi. Bu yüzden önce şu adresten bu blogun ilk yazısına bakmanızı öneririm. Şöyle yazmışım o satırlarda:

"Gofy: İşte yıllardır aradığım, eşini benzerini bulamadığım bir lezzet. Sanıyorum ki artık üretilmiyor. Üstünde papağan resmi mi ne öyle bir şey vardı. 500 gramlık kutusunu ortalama 3 kahvaltıda bitirirdim şerefsizim. 10/10"

İşte, o unutulmaz Gofy lezzetini yine buldum dostlar. O dayanılmaz tadı yine yakaladım canlar. Migros rafları arasında fütursuzca gezinirken gördüm "o"nu. Bir an göz göze geldim o papağanla. Evet, gerçekten de Gofy'ydi bu! Biraz yazı fontu değişmiş; ama gerek 500 gramlık kutusundan, gerekse muzip papağanından hiçbir şey kaybetmemişti. Hemen elimi atmışken bir de ne göreyim? "Kampanya: İki adet Gofy yalnızca 5.75 TL" Tanrım... Yıllar sonra bulduğum bu lezzetin totalde bir kilosunu 5.75'e almak... Rüyada gibiydim. Aldım, eve koştum. Eski günlerin anısına, alır almaz yemedim onu. Sabahı bekledim deli gibi. Kahvaltıyı. Gözüme uyku girmedi. Kalktığımda biraz endişeliydim. Ya tadı değişmişse? Ya her şey gibi Gofy de yenilendiyse? Ekmeğe sürüp ilk lokmamı aldığımda, endişelerimin boşa çıktığını sevinçle gördüm. O hâlâ aynıydı.

Eveet, ne demiştik? Tatil di mi. Böyle işte. Artık gece yatağa gittiğimde sabahı iple çekmek için iki nedenim oluyor dostlar. Biri Football Manager kariyerim, diğeriyse Gofy lezzeti. O değil de Sagra'dan para istesem yeridir ha, ne reklam yaptık arkadaş. Neyse. Ben şimdilik gideyim, İtalya Kupası başlıyor. Ayvalık'taki oldukça küçük hayatımdan sevgilerle.

s.

18 Ağustos 2009 Salı

Rock Tatili..

Efendim gördüğünüz üzere, geldim. Görüşmeyeli nasılsınız acaba? İyi gidiyor mu tatiliniz? Neyse, burada önemli olan benim yaptığım tatil. Foça'ya gittim ya hani? Festival falan? Heh.

Aslına bakılırsa; 12 Ağustos günü saat 16.30'da binip festival alanına ulaşmam gereken servis arabasının saat 19 sularında gelmesi, festivalin nasıl geçeceğinin sinyallerini veriyordu sanki. Aradaki yaklaşık üç saatlik boşluğu kaldırımda oturarak değerlendirmemiz, evlerden gelen insanların "Evladım niye burada oturuyorsunuz, gördük merak ettik yardım mı lazım?" soruları; bana festivalle ilgili ufak ipuçları veriyordu sanki. "Dur" diyordu, "Dur gitme daha fırsatın varken."

Gittim. Hava kararırken, ben Foça'ya ulaştım. Festival alanına kısa bir yürüyüşün ardından vardım. İnsanlar çadırlarını kurup çoktan yerleşmiş, etraf ana baba gününe dönmüştü. Festival alanıyla ilgili ayrıntılı incelemeleri aşağıda okuyacaksınız.

Artık çadır kurma vaktiydi. Boş bir yer bulundu, çadır kuracak görevliler çağrıldı. Lakin bazı ufak sorunlar yok değildi. Örneğin, çadırı geçtim, biz bile ağaçlara tutunarak ayakta durabiliyorduk. Ağacı bırakan bazı zavallı katılımcılar Roket Takımı gibi göklerde yıldız oluyorlardı. Rüzgar şiddetliydi anlayacağınız. İkinci sorun ise, çadır kuracağımız yüzeyin 80 derecelik açısıyla kaydırak tadı yakalamasıydı. Yani çadırla birlikte sabah denize kayıp hoş sürprizler yaşamamıza olanak sağlıyordu festival alanı.

Uzun mücadeleler ve tepişmeler sonucu çadır kuruldu, ortamdan biraz uzaklaşıp yenilip içildi, rahatlandı. Çadıra dönüş vakti gelmişti. Çadıra dönüş dediysek, küçümsemeyin dostlar. Bunları elimizde fener dağları tepeleri aşarak yapıyoruz. Herkes hayatta kalamıyor. Daha sonra dört kişilik çadırımızda taşların üstünde dik bir açıyla fantastik bir uyku çektik. Sabah oldu sonra. Sabah oldu dediysek, zaten saat 5'e doğru azıcık uyuduk, bir-iki saat geçti demek istiyorum.

Sabah güzel bir sürprizle uyandık: Çadırımız çöküp üstümüze düşmüş, kefen gibi bizi sararak adeta "Ölümünüz burada gerçekleşecek!" mesajı vermişti bize. Etrafa baktım, çadırların çoğu yıkılmıştı. Rüzgar çok can almıştı. Önlemini alanlar hayatta kalmış, diğerleriyse yuvalarından olmuştu. Kayıp büyüktü.


Neyse efendim, çadırı daha sonra sağlam temellere oturtup yeniden inşa ettik, bir daha sorun yaşamadık. Şimdiyse gelelim tuvaletlere. Geçen seneki festival yazıma bir bakıyorum da, ne kadar haksızlık etmişim o çilekeş tuvaletlere. Ne kadar üstlerine gitmişim. Bilseydim bu senekileri, yapar mıydım? Aslına bakılırsa tuvaletlerin de suçu yok, yalnızca birkaç bin kişi daha fazla vardı bu sene, o gözden kaçmış. Sağlık olsun, olur böyle şeyler. Yukarıda da temsili bir festival tuvaleti görüyorsunuz.

Bunlar dışında? Yiyecek? Fena değildi. Fiş sistemi yapmış arkadaşlar. Zannedersem kimse almamış olacak ki ilk gün "25 ya da 50 liralık fişler alınabilir." olarak başladıkları bu maceraya son günlerde "Abi bokunuzu yiyim fiş alın 1 fiş alana 3 hediye veriyoruz abii." şeklinde kampanyalarla devam ettiler. İçki? O işle de "Dorock" isimli mekân ilgilendi. Şimdi biz "Dorock"u görünce haliyle "Durak" diyesimiz geliyor. Ama öyle olmadığını da biliyoruz. DORAK demek de ayrı bir garip. Biz aramızda "Ya işte o sandalyeli falan yer var ya, ya içki satan be olum, ya DURAK LAN DURAK İŞTE OH BE." diye anlaştık o bakımdan. Orada da ilk gün 5 lira olan biralar, son günlerde "3 lira yanında da fıstık vericez ehehehe." seviyesine ulaştı.

Of ulan ne içimi döktüm be. Ha hiç mi güzel bir şey olmadı bu festivalde lan? Oldu tabii. Konserler var ya tabii, onu unutmuşum ben. Pentagram izleyip "Heeaövitaa es morteeğğ." diye anırdığım güzel oldu mesela. Duman izledim, hoşuma gitti. Kurban izledim, beğenmedim. Yasemin Mori izledim, nefret ettim. Epica izledim, kadını beğendim müziği dinlemedim. Falan. Bir de bizi festival alanındaki duş ve tuvaletleri kullanmaktan bir nebze olsun kurtaran Foça'da ikâmet eden dostlar vardı. Onlara da özel teşekkürler. 

Son olarak, aşağıda sizlere organizasyonun festival öncesi sitede yayınladığı "Festival Alanı" görüntüsünü sunuyorum. Tanrım, ne kadar harika! :)) Yemyeşil çimenler, harika plajlar, müthiş bir düzen! Ana sahnenin yerine baksana aşağıdaki uçta, burası festival için yaratılmış olmalı dostum! :))


Şimdi de sizlere naçizane benim çizdiğim "Fesitval Alanı"nı göstermek isterim. Buyrun efendim. Olur da Foça'ya festivale giderseniz falan bence buna bakın. Yukarıdakine değil. Esen kalın. Öpücükler.


s.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Mola..


Efendim yukarıda gördüğünüz gibi yine bir yerlere gidiyorum. Hatta gördüğünüz gibi, İzmir ilimizin şirin tatil beldelerinden Foça'ya gidiyorum. Peki ya neden? Tabii ki geçen sene Zeytinli'de, bu sene ise Foça'da düzenlenen rock festivalini yerinde inceleyip izlenimlerimi sizlere aktarmak için. Ne için olacak başka?

Neyse. Diyeceğim o ki, bir hafta kadar ben yokum. Gerek bu blogu, gerekse Hafif Tarih'i takip eden okurlarıma selam ederim. Kusura bakmayın artık. Esen kalın.

s.

Not: Geçen seneki festival de burada bak.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Anı 13: Yumurta..


19 yaşındayım. Geçtiğimiz seneden beri gurbet ellerde yurt hayatı yaşıyorum. Tüm bunlara rağmen, ne yazık ki hâlâ "yemek yapmak" ile uzaktan yakından alâkam yok. Aslında bu konuya ilgisiz değilim haa. Her ne kadar sadece "yapılan yemeği yemek" kısmıyla ilgileniyor gibi gözüksem de; aslında yemek yapım aşamasında annemi izlemekten, "Ne yapıyo lan şimdi hmm." diye düşünmekten zevk alırım. İşte bugün sizlerle bu hevesimin beceriksizlikle yoğrulduğu heyecan dolu bir anımı paylaşacağım.

Tam anımsayamasam da muhtemelen 10-11 yaşlarındayım. Hayvan gibi yemek yediğim, top gibi yuvarlandığım zamanlar. İşte o günlerden birinde, "Yemek yapıcam ben." diye gaza geldim. Neden bilmiyorum. Geldim işte. Ben de yapabilirdim, ne vardı ki bunda? Yoğun ısrarlarıma dayanamayan annemden de onayı aldım: Yumurta kıracaktım.

Malzemeler hazırdı. Bir adet yumurta, tava. Eeö. O tavaya yağ falan sürülüyor muydu lan? Sürülmüyordu galiba da emin değilim. Buradan da, o günden beri yumurta kırmaya hâlâ muvaffak olamadığımı anladınız sanırım. Neyse. Malzemeler de hazırlandıktan sonra annem beni tava-ocak-yumurta üçgeniyle başbaşa bıraktı. Heyecan doruktaydı. Yapmam gereken tek şey; yumurtayı önce ince bir hareketle sert zemine vurarak çatlatıp, ardından iki ucundan tutup çekerek altı yanan tavanın içine süzülmesini izlemekti. Sonrası kolaydı, kendi kendine olurdu zaten o yumurta. Sorun yok gibiydi.

Önce çatlatma aşaması. En kritik aşama. Vuruşun şiddetini iyi ayarlamalıyım, yoksa elimde patlayabilir güzelim yumurta. Tüm dikkatimi topladım, nefesimi tuttum, vurdum yumurtayı mutfağın bankosuna. Başarmıştım! Tam istediğim gibi, yumurta ortadan ufak ufak çatlamıştı. Zor kısmı atlatmıştım, yumurtayı iki yandan tutup tavanın içine kırmakta ne vardı ki?

Yumurtayı aldım, iki elimle uçlarından kavradım, nefesimi tutup çektim iki yandan. O beyaz ve sarı karışımı sıvı başladı aşağı doğru süzülmeye. Süzüldü, süzüldü... Ve düştü. Ancak ufak bir sorun vardı; yumurtayı tavaya değil, yere kırmıştım. Evet evet, bildiğin yere kırdım yumurtayı. Tutturamadım açıyı. Elimde kabuklar yere baktım. Soğuk terler akıttım. Bu muydu yani "Ben yemek yapıcam." diye tutturmanın sonu? İçeride televizyon seyreden annem bu manzarayı görse nasıl açıklarım? Bu ne rezillik? Dağılmış yumurta bana baktı, ben ona baktım. Bakıştık bir süre.

Derken dahiyane bir fikir belirdi kafamda. Hemen yerde duran kilime gözlerimi diktim. Elime bir bez aldım. Bezle yumurtaları kilimin altına iteliyordum. Yapış yapış. İşte bu kadar basitti, sorunu çözmüştüm. Sıçtığım yetmezmiş gibi, bir de sıvıyordum. Hemen dolaptan bir başka yumurta kapıp bu kez dikkatimi tamamen toplayarak tavanın içine kırmayı başardım. Her ne kadar kapkara yanmış, bok gibi bir kıvamda olsa da; somut bir yemek elde ettim. Her ne kadar tadı iğrenç de olsa, "Ehehe bence çok güzel ben çok sevdim öhm." diyerek onu kemirdim. Görev tamamlanmıştı.

Peki ya sonra ne oldu? Yumurta kokmadı mı? Anneme bunu itiraf etmek zorunda kalmadım mı? Mutfağın içine sıçmadım mı? Bunlar başka hikâyelerin konusu, bu bahsi kapayalım bence. Önemli olan şu ki, yumurtayı yaptım. Makarna da yaptım sonra bir kere. Tost desen zaten o konuda bir numarayım. Dolaptaki yemeği de ısıtabiliyorum, o da bir nevi yemek yapmak olmuyor mu? Hayret bir şey.

s.

1 Ağustos 2009 Cumartesi