30 Eylül 2008 Salı

Kahve..


Kahve lan verdiğin şunun şurasında. Hani nereden baksan kahve? Sağına bakıyorum, soluna bakıyorum, kapağını açıyorum. Kahve bu evet.

"Marka" olmak çok ilginç bir şey. Aha bak, adam on milyona kahve satıyor. Alanı da var. Bizim köşedeki kıraathane satsa aynısını on milyona, deli denir. Starbucks® satınca oluyor ama. Güzel de mekân yapmış adam; şık koltuklar, siyah beyaz "San Francisco" fotoğrafları falan koymuş adam boyu. Köşedeki "Dostlar Kıraathanesi" gibi iki sandalye atıp Sibel Can resimleri asmamış ki duvara. Biliyor işi. Dostlar Kıraathanesi'ndeki Murat Abi'ye "Usta bi fincan kahve vericen mi ufak.." diyorsun, "Tamam yeğenim.." diyor. Starbucks®'taki garson Bahadır Bey'e "Ehm bir small Frappuccino®, beyaz çikolatalı.." diyorsun, "İsminizi alabilir miyim.." diyor.

Ülkemizdeki Starbucks®'ların müşteri kitlesini ikiye ayırabiliriz. Birincisi Lacoste® tişört, açık renk keten pantolon giymiş; laptopuyla çok önemli işler peşinde koşan gözlüklü iş adamı modeli. Bunda para var. Fazla eleştirmem ben onu, var yiyor, yapacak bir şey yok. Ha ama; ikincisi de cıvıl cıvıl Puma® eşofmanlarını geçirmiş, RayBan® gözlükleriyle ortama neşe saçan, mutlu-salak genç. Neden mutlu, bilmiyorum. Ama fazlasıyla mutlu. Bunda para olabilir de, olmayabilir de. Gerekirse son parasıyla gider ve burada kahve içer, Starbucks® logolu sihirli bardağını uzunca bir süre elinden bırakmaz. Çünkü gerizekalı ve mutlu kendisi.

Bu arada sadece Starbucks® değil tabii, bunun Gloria Jean's®'i var, Has Kahve®'si var; örnek sadece benim verdiğim. Varacağım sonuç şu ki; kahve sektöründen ne kazanıldı arkadaş. Ne parası yendi Lacoste®'li Harun Bey'in. Hadi ona koymaz, bizim Puma®'lı Selin ne olacak? Kahveye giden paranın hesabını kim soracak?

Son olarak, "Zevkim bu benim..." falan demeyin şimdi, kahve lan bu kahve! Git bakkaldan otuz paket "Üçü Bir Arada" al onun yerine, otur sıcak evinde bir ay zıkkımlan arkadaşım. Daha rahat edersin, mekânın "Elit" havası da tribe sokmaz seni. 

Cık cık cık.
s.

Üç numara..

25 Eylül 2008 Perşembe

Kanca: Mutlu son..


Gün bugündür dostlar.

Gün bugündür ağalar.

Şenlikler başlasın, duymayan kalmasın.

Dün Ankara'da gittiğimiz "Fantasyland" adlı güzide oyun salonunda, makus talihimi kırdım, meşhur kancalı aletten bir adet harikulade oyuncak kazandım.

Uzun uzun hesaplar yaptım. Milimetrik hamleler düşündüm. Planlarımı kurdum. Bastım kırmızı düğmeye. Ağır ağır indi aşağı çilekeş kanca. Sıkıca kavradı pembe renkli harika kediyi. Bu nasıl heyecandı yarabbi.

Ve evet;

Kaldırdı oyuncağı ağır ağır. Hala "Acaba" diyordum; "Acaba düşecek mi o boşluktan, tutacak mı ellerim o güzelliği." Bu birkaç saniye, bana birkaç yıl gibi geldi.

Ve yine evet;

Aldı, attı aşağı. Kazanmıştım. Neşe katarı bu noktada oluştu. Ben, sevgili Ayşenaz ve sevgili Oğul adeta bir sevinç yumağı olduk. İsim babalığını da Oğul yaptı, "Umut" koyduk adını; umudun getirdiği bu zaferi tüm dünyaya haykırmak istercesine...

Gün bugündür.

s.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Bad Trip: Volume II..


Merhaba efendim. Nasılsınız? Beni soracak olursanız pek iyi değilim. Sizlere Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin sekiz numaralı erkek yurdundan, 501 numaralı odadan sesleniyorum. Şu an burada hiç kimse yok. Bugün cumartesi. İnsanlar geziyor. Ben ise Ankara manzaralı (!) güzide odamda klavyenin tuşlarına vuruyorum.

Şımarıklık etmeyeyim, yurt konusunda beklediğim kadar dehşet verici sıkıntılar yaşamıyorum. Oda arkadaşlarım biraz dağınık olmakla birlikte güzel insanlar. Internetim var. Valla nazi kamplarını aratmayan yurtlar olduğunu öğrendikten sonra durumumdan memnun olmaya başladım yurt konusunda.

Yalnızım. Bugün okulda dördüncü günüm. Henüz sosyal bir insan olamadım ne üzücü ki. Okul şahane imkanlar sunuyor aslında ama henüz adaptasyon sürecini atlatamadım ben. Zaten benim bir ortama adapte olmam zor oluyor. Misal şu an yurttaki insanlar beni pısırık, sessiz, yüz göz olmayan çocuk olarak biliyorlar. Çünkü öyleyim, öyle davranıyorum. Ancak samimiyeti kurduğum zaman da laubalililiğin bini bir para oluyor bende. Böyle çift kişilik sergileyen bir insanım maalesef işte.

Son yazılarda biraz fazla kendimden bahsediyorum değil mi? Oysaki bu blogdaki öncelikli amacım bu değil. Ama cidden bugünlerde bir konu üretip onun üstüne yazıp çizecek takatim hiç yok. Kendi problemlerimle fazlasıyla başım dertte. Neyse. Biraz ingilizce falan bir şeyler okuyayım hazır kimse de yokken.

Of, of...

s.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Bad Trip..


Okulum başladı. Yurda yerleştim. Sinirlerim çok bozuk. Yalnız gibiyim.
Şimdilik bu kadar.

s.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Veda..


Lan ne dramatize ettim olayı be. "Veda"ymış. Sanırsın dünyanın öteki ucuna gidiyorum. Sanırsın bir daha gelmemecesine gidiyorum. Tipe bak, el sallamalar falan. On gün sonra bayram olacak arkadaşım, tıpış tıpış geleceksin zaten, indir o eli! 

Her neyse. Bundan böyle ODTÜ'den bildireceğim genelde. Bir dahaki yazımız ne zaman gelir, bilmiyorum. Bir yerleşsem, adapte olsam olaya; her şey şahane olacak.

Öyle işte.

s.

14 Eylül 2008 Pazar

Burger King..


İkinci kez bir başlığımda "Burger King" geçiyor. İlki malum. Buradan da anlayabileceğiniz üzere, söz konusu bu güzide resotran zinciri olunca; kapitalizmin pençesine hop diye esir düşüyorum ne acıdır ki. Şahsen etimin balık misali olmasında da bunun payı oldukça büyük. Hamburger ekmeğinin muhteşem yumuşaklığından, Whopper'ın orgazmik lezzetinden, Crispy Chicken'ın harikulade tadından bahsetmek istemiyorum size bu yazıda. Evet istemiyorum bahsetmeyeceğim. Acıkıyorum nitekim. Neyse. 

Burası malum "Self Servis" bi restoran. Ayrıca gayet de ilgi görüyor. Hal böyle olunca da kasalarda tam bir cümbüş havası, bir panayır tadı yakalıyor insan. Bir sürü aç insan. Üç beş zavallı kasiyer. Arada patatesleri karıştıran ciddi bakışlı asabi "Assistant Manager". İşte Burger King bu.

Burada kasiyerlik yapmak sanıyorum ki günümüzün en çileli işlerinden biri. Zoraki gülümseyen birtakım genç kızlar, çocuklar. Motor gibi konuşuyorlar. "Sipaağriş veremeyen var mığğ bu kasadan alabiliriiğğm!", "İçecek ve patatesinizin büyük seçim olmasını ister misiniiiğz?!", "Çıtır soan halkalarından ister miydiniiğz!"... Bu cümleleri telaffuz ederken bir Burger King kasiyeri tadı yakalamak isterseniz bir cümleyi takriben 1-1.5 saniye civarında okumanız gerekiyor. Vallahi çok acıyorum ben bu çocuklara. Bir yerden sos çıkar, öteki tarafa dondurma getir, koş diğer taraftan patates koy, bir yandan asabi "Manager" bağırıp çağırsın... Yorgunluktan canları çıkmış orada, yok "Çıtır soğan halkası" yok "Büyük seçim" bilmem ne. Kesinlikle yapabileceğim bir iş değil. Bir de şu birbirlerine "Bey"li "Hanım"li hitap etme tripleri yok mu, canımdan bir can alıyor. Bir de patronları köylü kurnazlıkları öğretmiş bunlara. "Büyük seçim" diyorsun, dayıyor önüne "King"i. Uğraşmaya takatin olmuyor, zaten açsın. Alıp oturup yiyorsun. Burger King 50 Kuruş fazla kazanıyor. 

Vallahi birdenbire geçtim bilgisayarın başına bunları yazdım. Bir yandan da karnım gurulduyor. Nereden geldi aklıma bu konu bilmiyorum vallahi. Whopper çok güzel ya. Crispy Chicken da güzel evet.

s.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Bir gün..


Ankara'lı yazılara çizgilere devam. Gündemim bu.

10 Eylül gecesi "Sssaayğn yolcularms hayrlı yolclkhlar dileeğrs" anonsuyla 8.5 saatlik sıkıcı otobüs yolculuğu başlıyor. Otobüste uyuyabilen bir insan değilim. Otobüste okuyabilen bir insan da değilim. Hâl böyle olunca otobüs yolculuğu da can sıkıcı oluyor. Bir de gece olunca, çevredeki o sarı sarı otları, ayçiçeği tarlalarını, bol çanak antenli gizemli villaları, inekleri izleyemeyince insan; daha da boğuluyor. Muavin arkadaşımız tarafından ikram edilen bilumum topkek, kola, su gibi gıdaları hiç geri çevirmeden şuursuzca tıkınıyorum. Gece 03.30 civarı ilk kez kafam kenara düşüyor, hafif uyuyor gibi oluyorum. Işıklar yanıyor. Mikrofonu kapan muavin "Sssaayğn yolcularms Varan teğssslernde yarm saağt mola veriors" diye çığırıyor. Yapacak bir şey yok. sıkıntıdan aşağı iniyorum. Pişmaniye ve cevizli sucuk diyarı olan markete dalıp "Olips" gibi "Halley" gibi birbirinden gereksiz şeyler alıyorum laf olsun diye. 

11 Eylül sabah 07.30'da AŞTİ'deyim. Bildiğin terminal işte. "7 tane boğaça -evet boğaça- 1 Lira" gibi fantastik kampanyalar yapan seyyar simitçiler bu terminalde de mevcut. "1 Numaralı Kafeterya" adlı güzide mekanda on sekiz yıllık kısa ömrüm boyunca yediğim en iğrenç tostu yedikten sonra, 00.00 otobüsüyle gelen sevgili arkadaşım Damla ile buluşup taksiye atlıyor, ODTÜ yollarını tutuyorum. 

10.30'da hazırlık sınıfındaki seviyemi belirleyecek olan İngilizce sınavına giriyorum uykusuzluktan bir milyon olmuş kafayla. 100 üzerinden 76 alarak "Upper Intermediate" oluyorum. Sınavdan sonra... Evet işte sınavdan sonra artık çileli dakikalar başlıyor benim için. "Sekizinci yurt"a yerleştiğimi öğreniyorum. Buraya kayıt yaptırmam gerekiyor. Birtakım resmi işler yapmam gerekiyor yani. Banka-Yurt-PTT üçgeninde kendimi kaybediyorum, güneş başıma geçiyor. Allahım neden. Neden var bu işler. Neden yapıyoruz bunları. Anlamıyorum.

Okulda işleri bitirince "Bilkent Center" adlı alışveriş merkezinde Nilay adlı sevgili arkadaşımızla vakit geçiriyoruz. Burada parlak sarı çizgili siyah Adidas eşofman altı giyen kızlardan var işte bir sürü. Bilkent'e gidiyorlar tahmin edebileceğiniz gibi.

Dönüş vakti geliyor gibi. Gara gitmemiz lazım. Bunu nasıl yapacağımız hakkında bir fikrimiz yok. Sorduğumuz insanlar "Sshhiye köprsnde inin metroyla Ulus'a gidn." diyorlar bize. Dolmuşta giderken bir de bakıyoruz, aha gar?! Garın arkasından geçiyormuşuz da haberimiz yok. Apar topar iniyoruz, gidiyoruz. Burada fotoğraf çekerken güvenlik görevlisi bir arkadaş burada fotoğraf çekemeyeceğimizi söylüyor. "Ha?" diyoruz. "Çekemezsiniz." diyor. "Nasıl ya?" diyoruz. "Hiçbir yerde çekemezsiniz." diye coşuyor. "Oldu." diyip gidiyor, garın iç kısmında çekiyoruz fotoğrafları.

Tren. 15 saat yol. Yine de otobüsle kıyaslanamayacak kadar eğlenceli ve rahat. Ara sıra seri haldeki "Gdamdam gdamdam gdamdam" sesleri beynimize vursa da genellikle uyuyabiliyoruz. Restoran var bir de burada. İnsan oturunca burada bir seviniyor falan. "Ehe mehe yemek yiyoruz lan trende eheh." diye bir tripteyiz biz de. 

Bitti. Vardık. Ölüyoruz. O değil de sıkıcı bir yazı oldu sanki bu. Pek memnun kalmadan basacağım "Yazıyı Yayınla" butonuna. Neyse lan olur öyle arada. Esen kalın.

s.

9 Eylül 2008 Salı

İzmir vs. Ankara..


Ankara'ya gittim, okula kaydoldum, geldim. On dakikalık kayıt için totalde 30-32 saat yol teptim. Bu nasıl sistem dostlar. Yok mudur bunun kolay yolu. Neyse konuyu saptırmayalım.

Daha önce birkaç defa Ankara'da bulundum. O zamanlar Ankara hakkında bir şey hissetmedim nedense. "Güzel" gibi "Çirkin" gibi bir yargıda bulunamadım. Düşüncelerim "Ankara'da deniz yok..."un ötesine geçmedi. Bu noktada şu deniz olayına değinelim. Arkadaş, insanlar sanıyor ki kıyı şehrinden Anadolu'ya gelen insanların tek derdi deniz! Biz bütün gün oturup denize bakıyoruz zannediyorlar sanırım. Yani olayın "suya bakmak"tan ibaret olduğunu sanıyor olacaklar, "Burada da göl var ehehe." diyorlar. Ulan "Deniz havası" diye bir şey var. Denizin var olması bile insana psikolojik rahatlık getiriyor ayrıca. Uzatmayalım. Bilen bilir.

Bu gelişimde gördüm ki "Deniz havası"ndan ibaret değil olay. Burası cidden başka bir yer. Hani binasıyla, havasıyla, insanıyla bambaşka bir yer burası. Beton, beton, beton... Bilmem kaç katlı tek tip beton yığınları.Bankalar, bakanlıklar, genel merkezler... Her kattaki o klimaların düzeninin görüntüsü bile sıkıyor canımı. 

Biz genç çocuklarız, haydi bunlar bizi bağlamaz diyelim. Buranın kafesi barı da bir garip arkadaş. Apartman dairesinin beşinci katına kafe koymuş adam. İşhanı mı lan bu. Hiç kusura bakmayın efendim, biz burada deniz kokan cumbalı eski evlerde takılıyoruz; bırakın da burun kıvırayım. Ha bir de "Ankara'da gidilecek yer?" geyiklerinde hep bir ağızdan söylenen yeri de unutmayalım. Evet doğru bildiniz: "Tunalııı!". Bu "Tunalı Hilmi" de cadde işte. Barlar marlar. Daha derli toplu bir yer. Atmıyorsam sonuna doğru "Kuğulu Park" olacak. Kuğulu Park'ın karşısında on katlı falan bir D&R var; sırf bu yüzden buraya derin bir saygı besliyorum. Kapandı falan diyorlar; öyleyse o saygı da yok olacak.

Ulaşım? Şimdi buradaki otobüs sistemini çözmüş değilim. "Ego otobüsleri", "Paralı otobüsler" falan bir sürü saçma sapan şey var. Otobüs kartı var bir de binmek için.  İncecik bir kağıt parçası. Bildiğin pahalı. Binince saçma sapan bir alete sokup çıkarıyorsun "sınkırçık" diye bir sesle. Bu ne ya? Arkadaşım "Kentkart" diye bir şey var ama ya? İçine istediğin kadar yüklüyorsun, alete gösteriyorsun "Dit" diye oluyor bitiyor. Bu kart ne ulan?! Dolmuş desen, şimdi yine kusura bakmayın ama; ben buradaki dolmuşçuların hangi dilde konuştuklarını anlayabilmiş değilim. Yok anlamıyorum arkadaş. "Ben Dikmen'e gidecektim nasıl olacak?" diyorum; "Rahahgahegahga" diyor. "Nasıl?" diyorum; "Rahahgahegahga" diyor. Soramıyorum üçüncü defa, utanıyorum, oturuyorum.  Buranın insanı da farklı, evet bu bir gerçek.

Herkes diyor "Alışacaksııın..." diye. Evet şüphem yok, alışacağım tabii. Ama üzülerek "alışmak"tan ötesine geçmeyeceğini düşünüyorum Ankara hakkındaki fikirlerimin. Tabii belli olmaz. Bakarsın ileride ben de "Ne var lan burada da göl var ehe mehe" insanlarından olurum; büyük konuşmamak lazım.

Not: ODTÜ başka bir şey, bu yazıya dahil değil.

s.

7 Eylül 2008 Pazar

5 Eylül 2008 Cuma

Of..


"Of"lu "Puf"lu "Pardon"lu mal mal yazıların haddi hesabı kalmadı, farkındayım. Ama cidden pardon. Burayı 5-6 gündür boşladım, son zamanlarda pek çok işim var. İki gündür yollarda sürünüyorum, malum Ankara, kayıt mayıt... O değil de Ankara ne iğrenç bir yer öyle, neyse bu başka bir yazının konusu olabilir. Bir de başka bir şey var, yeri gelince söylerim. Ama cidden geçerli mazeretlerim var. Yani. Öyle işte.

s.