31 Aralık 2009 Perşembe

2010..

28 Aralık 2009 Pazartesi

Berber..


Arkadaş benim berberlerle yıldızım barışmıyor. Yok yani. Aylar yıllar önce, belki de hayatımın en büyük rezilliklerinden biri olan berberden bahsetmiştim sizlere. Bugün bir diğer saç kestirme macerasının ardından görüyorum ki, benim artık bir tıraş makinesi almam ve saçımı kendim kesmem gerekiyor. Geriyor beni o ortam.

Zaten kendimi bildim bileli saçımı "Üç numara."dan başka bir şey yapmadım. Uzadı, üç numara yaptım. Uzadı, üç numara yaptım. Dümdüz. Bizim jenerasyonda insanlar yeri geldi "Ümit Davala saçı" ile coştu, yeri geldi arkadan kuyrukları uzattı. Bense hep üç numara. Üniversiteye girdik, insanlar saçları uzattı. Ben üç numara. Tabii biz de zamanında "Ulan bi imaj yapsak bişey yapsak milletin aklını alsak." diye düşünmedik değil. Benim bu yönde yaptığım tek çalışma soytarı gibi uzattığım favorilerim oldu, çizimlerden de görüyorsunuz. Lisenin ortalarında başlayan bu favori çılgınlığım halen sürüyor. Onun dışında üç numara...

Neyse ne diyorduk. Berber. Hani "Üç numara olsun abi." diyerek berberde geçirdiğim zamanı minimuma indirsem de, yine de berberde açılan geyiklerden yakamı sıyıramadım. Bugün de tırsa tırsa gittim. Paltomu astım, koltuğa oturdum. Hemen "Abi üç numara komple." diyerek niyetimi belli ettim. Bir de kalkarken "Ne kadar abi." desem, bana fazlasıyla yeter. Neyse efendim başladı tıraş. "Hızııığğeeeeeeaağ." diye bir güzel kazıyıverdi kafamı berber. İyi gidiyorduk. Ta ki arkadaki televizyonda Petek Dinçöz'ün "Foolish Casanova" adlı parçasının klibi görününceye dek.

Huşu içinde süren tıraş, berberin "Abi ne demek şimdi bu foolish casanova, ne diyo yani şarkıda?" sorusuyla bir anda gergin bir hâl aldı. Ben tabii ki berberin ne dediğini anlamadım. Berberlerin ne dediklerini genelde anlamıyorum. O sırada ben raftaki Ondüla marka jölelere, Arko tıraş kremlerine falan bakıyordum. Üçüncü defada soruyu anladıktan sonra "Ha? Hee. Hehehe. İşte 'Aptal çapkın' gibi bişey hehöehe." diye cevap verdim titrek sesimle. "Yani 'sen aptal çapkın.' mı diyor?" dedi. "Evet." dedim. "Peki 'just' ne demek?" dedi. "Yalnızca, sadece gibi bişey." dedim. "Casanova aptal mı demek?" dedi. Şimdi ünlü İtalyan çapkın Casanova'dan bahsetmenin yeri değildi. Bunalmıştım. "Evet." dedim. Artık her soruya evet diyordum. Neyse sonunda klip değişti, bir nebze olsun rahatladık.

Şimdi "Üç numara" dediğin kolay bir şey. İstese beş dakikada bitirir. Tabii "Ulan o kadar para aldın beş dakika sürdü?" demeyelim diye, tıraşın son 10-15 dakikalık kısmı berberin yalan yalan hareketleriyle geçiyor. Ufak bir makas alıyor, ensemin dibine girip "Kıt... Kıt..." diye bir şeyler yapıyor. Sanırsın ameliyat yapıyor pezevenk. Tarağın üstüne makası koyup kesiyor falan. Soytarılıktan başka bir şey değil. Neyse bu son 10-15 dakikayı da haber izleyerek geçirdik. Murat Boz'un 2010 yılında Eurovision'da ülkemizi temsil edeceğini belirten berber, bu konuda fikirlerimi almak istedi. "Sırf tipi var abi." diyerek de kendi tuttuğu tarafı belli etti. Berberle ter düşüp Murat Boz üzerinden polemik yaratmanın alemi yoktu. "Evet bence de sırf tipi var diye şey yapmışlar işte." diye yanıtladım.

Neyse ki sıkıntılı halimi gören berber de daha fazla sardırmadı geyiğe. Aradığı tadı bende bulamadı. Saç yıkama teklifini de kibarca reddedince, aramızdaki bağlar tümüyle koptu. Anladım ki benim artık bir tıraş makinesi almam gerekiyor. Yüz yıllık Foolish Casanova'yı da tam çalacak zamanı bulmuş mına kodumun televizyonu. Hadi görüşürüz.

s.

27 Aralık 2009 Pazar

Avatar..


Efendim dün ben Avatar gördüm. İki boyut yetmezmiş gibi üçüncü boyuta geçtim. İki saat kırk iki dakikamı bu filme harcadım. Biraz bundan bahsedeyim size.

Daha önce üç boyutlu film izlemedim ben. O yüzdendir ki gözlüğü takıp da üstüme üstüme gelen adamları görünce ilk, biraz afalladım. Zaten 4'ü 3d görmemiş 5 lavuk gittiğimiz için filme, hayvanlığımız da had safhaya çıktı. "Bak la bak adam geliyo gibi değil gibi la." diye alışma sürecini atlattık, sakinleştik. Salonun da hınca hınç bizim gibi hayvanlarla dolu olması da gözlerden kaçmadı. Ulan bir hafta oldu film vizyona gireli, ağzına kadar dolu salon. Ne teknoloji aşkıymış anlamadım.

Şimdi üç boyut falan iyi hoş tabii de, bendeniz fantastik sinemadan her zaman için kaçmış bir garip kulum. İki yaratık canavar gördüm müydü bir filmde, bitiririm kafamda o filmi. O derece muhafazakarım bu konuda. Hah işte böyle bir insan olup da 162 dakika boyunca Avatar izlemek biraz beyinsizce bir hareket oldu. Filmden bahsedecek olursak, açıkçası pek bir skim anlamadım ben bu filmden. Merak etmeyin yani spoiler falan vermem, veremem. Şimdi Pandora diye bir gezegen var efendim. Burada birtakım mavi arkadaşlar var, ne deniyor onlara unuttum, ayrı bir adları var ama. Hah baktım şimdi, "Navi"ymiş. Ayrı dilleri falan var, öyle takılıyorlar yani. Neyse bir de Jake adında çolak bir eleman var. Bunu Avatar programıyla Pandora'ya şey ettirip oradan birtakım şeyler şey yapıyorlar. Tabii benim üç cümlede anlattığım olaylar üç saatte gerçekleşiyor. Aralarda "Üç boyuuuuuuuut!" diye bağırırcasına birtakım atraksiyonlar olmuyor değil.

Neyse işte bu bizim insanoğulları Pandora'yı ele geçirmek istiyorlar. Bildiğin iş makineleriyle, vinçlerle falan geliyorlar hatta. Çilekeş mavi Pandoralılar da karşı koyuyorlar, taş falan atıyorlar. Bu noktada filmin belediyecilik sektörüne ironik bir bakış attığından şüphelenmedim değil. Olay örgüsünün haberlerdeki "Gecekondu sahipleri isyan etti." vakalarından pek farkı yok yani. Neyse bu noktalarda yine "Teknolojimiz çok var bizim." dercesinde kuşlar uçuyor, yaratıklar çıkıyor. Hep üç boyutlu oluyor bunlar, yanlış anlaşılmasın.

Aslında bakılırsa filmin ikinci saatine yakın, film güzelce bağlanabilir hale geliyor. Bağlanmıyor ama. Bir saat daha sürüyor. İşte o bir saat, sevgili okurlar. İşte o bir saatte, benim canımdan bir can gitti. İşte o bir saatte ben de mavi bir Navi yerlisine dönüşüp sarmaşıklar üzerinden terk etmek istedim sinemayı. "Boyutunuzu skeyim." diyip 3d gözlüğümü fırlatmamak için kendimi zor tuttum. Bir film bu kadar mı gereksiz uzatılır arkadaş.

Ulan o değil de insanlar 15 senedir düşünüyormuş "Avatar yapsak ya la." diye, 500 milyon dolar harcamışlar falan. Burada lavuk lavuk "Olmamış ya, çok gereksiz uzatılmış..." diyorum. Ama cidden olmamış yani. Valla. Gelip de bana "Ama filmin mesajı vaar, derinliği vaaar." bilmem ne demeyin. Sevmedim lan işte. Hayret bir şey. 500 milyon doları daha lüzumlu bir işte kullansalarmış keşke diyerek yüzeyselliğin son aşamasına geliyor ve aranızdan ayrılıyorum. Son olarak sizlere Ana Haber Bülteni tadında bir araştırma sunayım: 500 milyon dolara neler yapabilirsiniz?!

-2134 tane Ferrari alabilirsiniz!
-643 tane boğaz manzaralı villa alabilirsiniz!
-167 tane bilmem kaç yüz metrelik yat alabilirsiniz!
-Falan filan.

s.

25 Aralık 2009 Cuma

Tara..

Ehliyet: Part II..


Evet efendim, büyük sınav yarın. 26 Aralık 2009 tarihinde, saat 11.00 sularında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın düzenlediği Motorlu Taşıt Sürücü Adayları Sınavı'na iştirak edeceğim. Dün akşam itibarıyla şu herkesin bahsettiği meşhur çıkmış soruları çözmeye başladım. 

Arkadaşım bana bakın kimse yalan konuşmasın. Tamam trafik ve ilk yardım konularına bir şey demiyorum ama, "Motordan 98 aldım yaa." diyen adamlar artık gelip "Baba hiç bakmadım valla." demesin. Yalan söylyüyorsunuz. "Volan hareketini hani parçadan alır?" sorusuna "B) Krank mili" diye cevap vermek için, bu sınava çalışmaktan başka çareniz yok. Ulan hem çalışıp yalan söylüyorsunuz, hem de çalışmaya niyeti olan insanı rencide ediyorsunuz. Volan ne ulan, Krank mili ne?!

Ha kolay sorular yok mu? Var tabii olmaz mı. Mesela "Kaza görünce ne yapmalıyız?" tadında bir soruda "Büyük bir ateş yakmalıyız." gibi çılgın bir seçenek görebiliyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı'nı buradan takdir ediyorum, böyle muzipliklerle sınavı biraz eğlenceli hale getirmeyi başarmışsınız. Ayrıca soruları çözerken karşılaştığım bir nokta; 19 senedir bir yalanı yaşadığımı, hayal alemlerinde gezindiğimi vurdu yüzüme: Zehirlenen insana yoğurt yedirmiyormuşuz efendim. Bir bok olmuyormuş yedirince. 

Sınava, Ayrancı Anadolu Lisesi'nde giriyorum. Neresi orası, bilmiyorum. Önceden gidip sınıfımı sıramı kontrol edecek de halim yok herhalde. Acaba bu sınav çıkışında da basın mensupları kapıda olacak mı? "Bir ehliyet sınavı daha geçti. Bazı öğrenciler sınavdan memnun ayrılırken, bazılarının morallerinin bozuk olduğu gözden kaçmadı." haberleri çıkacak mı haberlerde? Böyle "Motor kötü geçti..." diye ağlayan çocuklar falan. Sonra birincilere burs falan verilse? Neyse dostlarım, şimdilik aranızdan ayrılıyorum ben. Endüksiyon bobinlerinin, krank millerinin ve bujilerin eğlenceli dünyası beni çağırıyor. Bu teklife hayır diyemiyorum. Bana şans dileyin.

s.

Not: Hafif Tarih bu haftasonu başlıyor olabilir. Olmayabilir de.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Ehliyet: Part I..


Birkaç hafta önce ben bir bok yedim, bir adet sürücü kursuna kaydoldum: Özakyıldız Sürücü Kursu.

Ne yazık ki şu yaşıma kadar arabalara karşı bir ilgim olmadı, olamadı. Yoldan geçen arabaları arkadaşlarına gösterip "Ohaaaa bak lan Audi ZTRX328137812!" diyen çocuklardan olamadım. Yok yani ne bileyim, ilginç gelmiyordu bana. Dolayısıyla hiç "Araba kullanayım ya." diye bir hevesim de olmadı. Ama bütün arkadaş çevremin patır patır B sınıfı ehliyetini cebine koyduğu bir ortamda, benim hiçbir şey yapmadan durmam olmazdı. Olmadı da zaten. Bütün bir hazırlık senesi boyunca damızlık gibi yiyip içip yatan ben, sınavlarla boğuştuğum bugünlerde tatlı olmayan bir telaş içerisindeyim. Ehliyet telaşı.

26 Aralık'ta yazılı sınav. 27 Aralık ve 3-4 Ocak tarihlerinde direksiyon dersleri. Ocak ayında da bir ara direksiyon sınavı işte. Yakın çevremden gelen "Çok kolay beaolum. Ben sınav sabahı 12 dakika çalıştım hepsini full çıkardım." demeçleri üzerine, biraz rehavete kapılmadım değil. Çalışmıyorum. Kitaba bir baktım. Buji muji yazıyor. Aks falan. Bilmiyorum bunlar nedir ama, bakacağım elbet.

Neyse efendim diyeceğim o ki; motorlu taşıtlarla hiç ilgisi olmayan bendenizin yaşayacağı bu fantastik ehliyet macerasını, birkaç bölüm halinde buradan takip etme imkanınız olacak. Hadi yine iyisiniz. Onun dışında bana "Motora biraz bak yetiyo zaten.", "Hacı direksiyonda mutlaka sağ elinle açıyorsun inerken kapıyı bak." gibisinden son derece orijinal önerileriniz varsa, buyrun. Hadi bakalım.

s.

11 Aralık 2009 Cuma

Google..


Şimdi kimse yalan konuşmasın, hepimiz hayatımızın bir döneminde Google'dan kendi adımızı ya da nickimizi falan arattık değil mi? Öncelikle bu konuda anlaşalım. Hah. O zaman ben de size kendi arama sonuçlarımdan  bahsedeceğim biraz.

Henüz şu kısa ömrümde "Sinan Gürcan" olarak pek kaydadeğer bir iş yapmadığımdan ötürü, size "Sinvegur" şeklindeki aramalardan bahsedeceğim. Şimdi daha en başta "Did you mean: 'singur'" şeklinde bir uyarı gelmesi beni derinden yaralıyor tabii. Singur ne ulan? Neyse, demek ki hâlâ internet alemlerinde bir marka haline gelememişiz diye düşünüp hüzünleniyor, geçiyoruz arama sonuçlarına.

Şimdi öncelikle okuduğunuz bu blogla ilgili sonuçlar çıkıyor tabii. Sonra aynı isimdeki Facebook grubuna verilmiş bağlantılar, diğer bloglardan verilen linkler falan. Buraya kadar sorun yok, güzel. Lakin aralarda göze çarpan talihsiz bağlantılar da yok değil: "sinvegur kullanıcısı Hackhell Forum sitesinin bir üyesidir. sinvegur kullanıcısının profilini görüntülemektesiniz."

Bakıyorum, foruma totalde bir adet mesaj yazmışım, 2005 tarihinde: "Arkadaşlar 50 mesaj kuralının farkındayım ancak işim acele olduğı için affınıza sığınarak bir istekte bulunuyorum.. Mümkünse "Çevre kirliliğinin insan üzerindeki etkileri" konulu bir yazı, araştırma vs. içeren bir site ya da döküman talep ediyorum.. Yardım için şimdiden teşekkürler.."

Arkadaş Lise 1'deydim. Kaynak sıkıntısı çekiyordum. Ne yapsaydım? Hemen arkamdan forumun yüksek rütbeli üyelerinden "Celta" ayarı vermiş bana zaten, "Bu şekilde istekte bulunman çok yanlış." demiş. "Umarım bundan sonra paylaşım yaparsın." demiş. Yine de insanlığını yapmış, ödevle ilgili bir link paylaşmış benimle. Ah sevgili dostlarım; bilseydim seneler sonra "Sinvegur" nickiyle blog camiasında kendime yer edinmeye çalışacağımı, "H@ckhell" sitesine kaydolur muydum bu isimle? Bilseydim mahçup eder miydim kendimi hem Hackhell üyelerine hem sizlere? Neyse.

Aramaları sürdürüyoruz, bir gariplikle daha karşılaşıyoruz. "AltayLIST"e bir üyelik. Şimdi hemen açıklayayım; İzmirli olmamdan mütevellit birtakım Altay'lı arkadaşlarımın ısrarlarıyla maçlara gittim, "Büyük Altaaağğy oleeeğğy" diye bağırmışlığım bile vardır tribünlerde. Bu siteye de zamanında o maksatla üye olmuş olmam mümkün. Ama linke tıkladığımda bir habere "sinvegur" takma adıyla yapılmış bir yorum gözlerden kaçmıyor. Habere göre, Altay ezeli rakibi Bursaspor'u 2-1 mağlup etmiş. Aşağıda da şöyle bir yorum:

"Yorumlayan : sinvegur Tarih : 4/10/2006
 BU İŞ BİTTİ ARTIK SÜPER LİGDEYİZ!!!"

Arkadaş, yemin ediyorum ben yazmadım bunu. Allah belamı versin ki ben yapmadım. Ulan üç-beş maça hatır için gittik diye, Caps Lock açıp "SÜPER LİGDEYİZ ARTIK!!!!1!!" yazacak kıvama gelmedik herhalde. Ha tabii benden başka "Sinvegur" diye bir şeyi kim kullanır bilmiyorum ama; sizleri temin ediyorum ki dostlarım, bu süper lig coşkusunu yaşayan ben değilim. Vallahi de değilim.

Neyse efendim birkaç talihsiz sonuç daha var Google'da ama fazla uzatmayalım. Kısacası diyeceğim o ki, siz siz olun forumlara morumlara kaydolurken iyi düşünün. Hackhell'e dönem ödevi istemek için kaydolduğunuz nickle, sanat alanında çalışmalar yaparsanız yarın öbür gün, kimse sallamaz sizi yemin ediyorum. Hackhell ne mına koyim.

s.

27 Kasım 2009 Cuma

Bayram..

Bayram E-Kart'ınız bu sene Sinvegur'dan. İyi bayramlar.

s.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Traş.mp3..


Efendim demin de oturuyordum odada, annem aradı. Neymiş kaç zamandır yazı yazmıyormuşum. Ne zaman açsa "Domates.."i görüyormuş. Dedim ki "Anne, bak en son 'Xside..' var, sallama." Onun yazısı yokmuş da bilmem neymiş. Kadın doğru söylüyor yani aslında.

Peki sorarım size, şu günlerde en büyük eğlencesi telefonundaki "Tıraş makinesi sesi"ni açıp insanların saçına tutarak "Ahıkhıhkıh." diye gülmek olan ben; nasıl kafamı toplayıp da şuraya güzel bir yazı yazayım? Nasıl eğlendireyim ki sizleri, benim tek eğlencem buyken?

O yüzden sizlerle aşağıdaki linki paylaşıyorum bugün. Bu sayede artık siz de kendi telefonunuza bu sesi atıp arkadaşlarınızı korkutabilecek, monoton hayatınıza renk getireceksiniz. Ses dümdüz olarak ilerlememekte, arada "Zıığezıığezıığezıığğe" diye enseye sürttürme efektleri bile içermektedir. Dosya kendi uploadımdır, teraziye tıklamayı unutmazsanız sevinirim arkadaşlar.

http://rapidshare.com/files/308744478/tra__.mp3.html 

Not: Link ölürse falan söyleyin, yine yükleriz. Sorun değil. Emeğe saygı.

s.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Xside..


kazak 26,90 TL
pantolon 19,90 TL
yazılı mazılı tshirt 9,90 TL
ayakkabı 39,90 TL

Bugünün ardından artık Xside mankenliği yapabilecek kadar çok fazla kıyafetim oldu sanıyorum. Bir hediye çeki falan bir şey verin artık şerefsizler. Ömrümü yediniz.

s.

5 Kasım 2009 Perşembe

Anı 16: Domates..


Efendim geçenlerde Disko Kralı'na gittiğim yetmiyormuş gibi, ardımda çalışılması gereken sayfalarca psikoloji notunu bırakarak geçtiğimiz haftasonunda da soluğu İstanbul'da, ablamın yanında aldım. 

Siz bilmezsiniz; ablam Şehir Tiyatroları'nda çalışır benim. O yüzden çevresinde böyle "Aa şu dizide vardı ya." diyebileceğimiz az-çok ünlü insanlar vardır. Hah, işte bu haftasonu İstanbul günlerimizin sonuncusunda, o "Az ünlü"lerden birinin düğününe davetsiz misafir olarak gidiverdik ablamın sayesinde. Serdar Orçin. Yaz Google'dan bak kesin tanıyorsundur. Yazgı'daki adam hani. Barda'da da şey yapıyor. Neyse.

Ulan böyle bir şey gündemimde yoktu tabii gitmeden önce. O yüzden ben de öküz gibi Xside ayakkabılarımla, kötü kazağımla falan gittim İstanbul'a. Sakalım da beş karış uzamış. Düğün dediğim de marjinal düğün haa, kokteyl tadında. Millet kostüm falan giyiyor özel. Beni aşıyor. Ben de o tipimle atladım gittim düğüne, kapkaççı kostümü diyecektim soranlara.

Neyse en azından bir gömlek aldım falan gitmeden. Santralistanbul'a vardık. Ulan bakıyorum, herkes ünlü arkadaş. Herkes de birbirini tanıyor. Ortada tek şaşıran benim. Ayı gibi bağırıyorum "Aaaaaaa Yaprak Dökümü'ndeki Tahsin buuuuu.", "Aaaaa Avrupa Yakası'ndaki karıııııı." diye. Oraya ait değilim, bu bir gerçek. Neyse elimde şarabımla etrafa bakıyorum öyle. Adamcağızın biri de peynir ve küçük domates getirdi kürdanda. Şarapla iyi gider hesabı.

Şimdi benim bir hamlede yutabileceğim boyutta boktan bir şeydi getirdiği açıkçası. Lakin ayı gibi gözükmeyeyim diye ısıra ısıra iki parçada yiyeyim dedim. Ne var lan, gayet masumane bir hareketti bence. Lakin hesaba katamadığım, domatesin bol sulu bir sebze (Sebze mi?) olmasıydı dostlar. Domates suluydu. Domates diriydi. Isırınca içinden şüheda gibi su fışkırdı, şüheda! Sanat camiasında görülmemiş bir hareketti.

Tuvalete gittim, aynanın karşısına geçtim. Ağzımın kenarındaki kırmızılıklara, gömleğime sıçramış domates sularına  baktım umarsızca. Olacak iş miydi Serdar Orçin'in düğününde. Kafamı çevirdim, sağımda Yaprak Dökümü'ndeki Tahsin işiyordu. Dışarı çıkıp düğünün geri kalanını ikramları geri çevirerek geçirdim. Oraya ait değildim, bu bir gerçek.

s.

Bunları biliyor muydunuz: Kaygısızlar'daki Eleman'ın şu anda 43 yaşında olduğunu.


26 Ekim 2009 Pazartesi

Disko Kralı..


Dün bu saatlerde, karşımda Fatih Ürek dans ediyorduk. Biraz bundan bahsedeceğim size.

Güzide radyo topluluğumuzun düzenlediği etkinlik sonucu, cumartesi sabahı toplaştık doluştuk otobüse, İstanbul'a gittik. Disko Kralı'na konuk olmaya. Aslında ben zaten bu günübirlik aktiviteden iki gün sonra yeniden İstanbul'a gideceğim için pek yanaşmadım başta. Ama karaktersiz bir insan olduğum için "Hadi beaaaaooluum." diyen dostlarımın iki ısrarına kandım. Atladık gittik.

Şimdi benim doğru dürüst İstanbul bildiğim yok. Topululuğun geneli de benimle aynı durumda. İşte o anlarda bir tiyatro oyunu başladı efendim aramızda. Nasıl anlatayım ki size bunu? Kimse bir bok bilmiyor aslında ama, herkes "Aslında bir şeyler de biliyorum."u gösterme çabasında. Biri yandan "Buradan Beşiktaş'a gidilir ya yürüyerek şuradan sağa döneceksin." diyor, diğeri "Evet abi haklısın şuradan da Taksim'e gidiliyor." diye karşılık veriyor. Boş bir muhabbet. Hani ben de yapıyorum yere gelince. Anlatabildim mi lan? Anlatamadım di mi. Neyse işte; Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş bizler, orada İstanbul'la alâkalı yalan yanlış bilgi kırıntılarımızı serme yarışına girdik niyeyse.

Gündüz İstiklal mistiklal yardırmanın ardından, akşam saatlerinde de İkitelli'deki Kanal D binasına giriş yaptık. Biz 2-3 kişilik bir arkadaş grubu olarak minderlerin üstüne yayılarak sırtımızı da kürsü gibi bir şeye dayayarak oturmayı başardık. Bu sırt dayama kısmı çok önemli. Stüdyoda 3-5 kişinin yapabildiği bir olay. Resmen götümüzden bal akıyordu yani. Bütün zavallı dostlarımız gecenin 4'üne kadar kıvranırken, bizim ayılar gibi yayılarak programı takip etme şerefine nail olmamız aslında üzücü bir durum oldu. Hepsine "Kusura bakmayın." diyorum buradan.

Canlı yayın da kolpa bir işmiş tabii. Onu da görmüş olduk. Ama şimdi "Valla aslında her şey bir oyun. Hiç televizyonda göründüğü gibi değil." tadında bir geyiğe girmek istemiyorum. Kısa kesiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim, stüdyo çok küçük be kardeşim. Değil yani gözüktüğü gibi. Valla değil.

Tabii stüdyoda ayı gibi yayılınca açığa çıkan enerjimizi yönlendirecek başka alanlar bulduk biz de. Başlangıçta Sylvie Vartan çıktı. Şimdi bu çok ünlü bir kadınmış aslında, programda baktım Beatles'la falan resimleri var. Biz ayı olduğumuz için hiçbirimiz bilmiyorduk ne yazık ki. Bizi aştı ilk konuk. İkinci konuk ise, bizim seviyemize daha uygun bir isimdi: Fatih Ürek. Fatih Ürek eşliğinde danslar ettim dün. O söyledi biz oynadık. Ayağa kalktım. Eşlik ettim. El çırptım. Fatih Ürek'le yaptım bunları. Aramızda bir iki metre vardı dün onunla. Fatih Ürek'le.

Efendim programın geri kalan kısmında da Rasim Öztekin'den Volkan Baydar'a; pek çok gerçek sanatçıyla birlikte olduk. İşin düşündürücü kısmı ise, bu yazıda şu ana dek 5 kere ismini zikrettiğim Fatih Ürek kadar derin iz bırakmamaları oldu bende. Yok lan aslında Volkan Baydar çok iyiydi. Rasim Öztekin desen şahane adam zaten. Orkestra desen yardırmış. Gülün eğlenin diye yazıyorum öyle, o kadar öküz değilim aslında. Ama... Fatih Ürek ama yani. Dikkatinizi çekiyorum. FATİH ÜREK.

Başka? Başka da bir şey olmadı ya herhalde. Zaten benim tek söylemek istediğim Fatih Ürek'le aynı havayı solumuş olmamdı. Sonra da programdan çıktık ıslak hamburger yedik. Islak hamburgeri Bambi'de veya Kızılkayalar'da yiyeceksin abi, biliyorum yani ben. Biliyorum İstanbul'u.

s.

22 Ekim 2009 Perşembe

Münazara..


Şimdi 10 gündür yokum tabii ama, sorun bakalım niye yokum? İşim var çünkü. Hayatıma yeni bir renk kattım. Münazaraya başladım. Münazara dediysem, biz arkadaşlar arasında "Debate" diyoruz. Yani bildiğin okunduğu gibi. Debate. Münazaracıya da debatör diyoruz mesela. Neyse. 

Daha önce Hilton'da tohumlarını attığımız bu serüvene, artık aktif olarak katılmaya karar verdim haddimi bilmeyerek. Bunda daha önce Hilton'da kalmış olmamın, muhtemelen bundan sonra da kalabilecek olmamın etkisi var tabii. "Turnuvalar oluyo lan otele gidiyosun kalıyosun falan hacı çok kıyak iş." diye girdik bu işe. Yalan konuşmayalım.

Dediğim gibi, biraz haddimi bilmeyerek yaptığım bir seçim oldu. Çünkü ben konuşamıyorum yani. Konuşamam ki. Benden münazarada çıkıp bir konuda 7 dakika boyunca ahkâm kesmem bekleniyor. Konuyu da konuşmadan 15 dakika önce öğreniyorum. Sorarım dostlarım size, bu benim yapacağım iş mi? Ben iki lafı bir araya getiremiyorum şu anda. Neyse "Zamanla oturacak." falan diyorlar da, bende 19 senedir oturmadı yani. Ben komşuya gidip "Merhaba." diyemiyorum, annemin "Yabani misin sen?" sorularına maruz kalıyorum daha. Neymiş, çıkıp da o öyledir bu böyledir diye yardıracakmışım. Oldu.

Neyse geçen gün de ilk münazaramızı yaptık çok şükür. Konumuz da "Okulda öğrencilere şiddet uygulanmalı mı, uygulanmamalı mı?" Ben de "Uygulanmalı."yı savunmalıyım. "Dövelim." diyeceğim yani bariz.

15 dakika hazırlık süresi oluyor. Elimde kağıt kalem. Panik oldum efendim haliyle. "Ay ay dövelim ama niye dövelim ya. Ee. Şımarık bunlar tabii evet." falan diye dolduruverdim kağıdı bir güzel. Ancak sorun şu ki, kağıda bakınca bir bok anlamıyorum. Oradan buradan oklar çıkarmışım. Neyse bir de ilk konuşmacı oldum. Hadsizlikte sınır tanımıyorum.

Çıktım başladım konuşamamaya. "Eee yani dövmek lazım tabii. Bunları aileleri yetiştiremiyo yani. Döversek olur. Zaten dövücez diye bişey de yok yaa hani 'Döveriz bak.' diye gözdağı versek olur yaneee bence hehehe." diye münazarada söylenmemesi gereken ne varsa söylüyorum yani. 7 dakika da sürmüyor yani, 3 dakika en fazla. Çok pis sıçıyorum yani. 

Neyse münazara bitti, jüri görüşlerini söyledi falan. İnsafsız adamlar değiller sağolsunlar. "Sinan pis sıçtın." demiyorlar. "Şöyle yapsan daha iyiydi." diyorlar. Bir sonraki münazaramda da "Bence teröristlere işkence yapalım yaanee hani senin abini kardeşini şey yapii onlar. O yüzden biz de onları şey yapii." falan diye bir şeyler dedim de, neyse oraya hiç girmiyorum. Ama peşini bırakmayacağım lan bu işin. Sırf karşı takımdan soru isteyen adamı bir parmak hareketiyle oturtabilmek için devam edeceğim.

Hem otellere de gidiyorlar. Hilton falan yani. Boru değil yani...

s.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sinvegur, 11.10.2009..


"Ne kadar güzel büyülü bir kokun var,
Sen görmeden bir yel eser senden.
Nasıl bir ses tonun var,
Ne söylesen masal gelir La Fontaine'den."

Neler oluyor bana böyle. Neler oluyor. 

s.

11 Ekim 2009 Pazar

Sünnet..


Şimdi iki haftadan beridir antropoloji derslerimde bir kadın sünnetidir gidiyor. Ben de "Ayy çok fena çok fena." diye üzüle üzüle araştırıyorum bu konuyu. Kesiyorlar böyle ucundan kıt diye. Ayy. Neyse. Gündemim bu olunca, aklıma kendi sünnetim geldi haliyle.

Ben ilkokul beşin yazında sünnet oldum yanlış hatırlamıyorsam. Biraz geç olmuş niyeyse. Az çok büyümüş olduğumdan ötürü asi bir tavırla şapkaymış, asaymış, davulmuş zurnaymış; hepsine kesin bir dille karşı çıkarak tepkimi ortaya koydum. Sünnetimi olacak, efendi gibi oturacaktım. Soytarılığın lüzumu yoktu. Bu yüzdendir ki sünnet zamanıma ilişkin en ufak bir belge yoktur insanların elinde, amacıma ulaştım sayılır.

Şimdi bu "sünnet" aşamasını ayrıntılarıyla anlatmanın alemi yok. Güzel güzel, tatlı tatlı konuşuyoruz şurada. Biraz tırsarak başladığım bu serüveni kazasız belasız acı çekmeden atlattım. Olay öncesi "Anestezi" gibi kavramlardan bihaber olan bendeniz, kafamda bıçaklı mıçaklı bin bir türlü senaryo kurmuştum haliyle. Bir de çok affedersiniz "kesilmiş hali" nasıl oluyor bilmiyordum ben sünnet olmadan önce. Nasıl görünüyor yani? O konudaki hayallerimi de kağıda dökmüştüm o dönemler. Çeşitli fantastik çizimler yapmıştım. Şimdi o çizimler nerede bilmiyorum ama, çizdiklerimden birine benzemiyormuş. Onu da fark ettim.

Bunun sonrası da var tabii. Birkaç günlük bir istirahat dönemi geçirmem icap ediyor. Bir gün önce "Sade bir sünnet istiyorum soytarılık yapmayın öhmm." diye öten bendeniz, sefa pezevengi gibi ebeveynimin iki kişilik yatağına öküz gibi yayılıyorum bu istirahat sürecinde. Her tarafta dergiler kitaplar. Karşıma televizyon koyulmuş. Güzel bir ortam.

Bu yoğun ilgiyi suistimal etmedim desem, yalan olacak. Şöyle ki; o birkaç günlük dönemde yanımda bulunan evin telsiz telefonuyla, annemin cep telefonunu çaldırarak kendisini çağırıyor idim. Ne bağırıp zahmete gireyim di mi ama. Sünnet olmuşum yani, hastayım ben. Bu çağrılarımda anneme "Kıymalı börek yapar mısın :((" gibi isteklerimi iletiyor, ardından yayılarak televizyon izlemeye devam ediyordum. Güzel günlerdi.

Bir haftalık sürecin sonlarına doğru, bu güzel zamanlar sona erdi. Dikişler düştü. Acılar başladı. Zaten sonra da insan gibi ayağa kalkıp yürümeye başladım. Kendi yatağıma döndüm. Telsiz telefon eski yerine koyuldu. Kıymalı börekler bitti. Yine de bu dönemi bilincimin yerinde olduğu bir yaşta geçirdiğim için pek mesudum. Cep telefonu vardı en azından. Teknoloji ilerlemişti.

s.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yabani..


Efendim nasılsınız görüşmeyeli? Bayağıdır da görüşmüyoruz di mi? Bugünlerde biraz üretim sıkıntısı çekiyorum ne yazık ki. Bir de malum hiçbirinizin okumadığı Hafif Tarih ile ilgileniyorum. Ha tabii unutmadan, bölüme başlamamın da etkisi var bu düşük tempoda. ÖSS sonucunu birlikte beklediğim sevgili takipçilerime; şimdi okula girip, hazırlığı bitirip, bölüme bile başlayıverdiğimi duyurmaktan kıvanç duyuyorum.

Şimdi başladık başlamasına bölüme, iyi güzel de; ben, nasıl desem, biraz öküzüm galiba. Valla. Bir yabanilik var. Yeni ortamlara girmeyi sevmem. Hadi tut ki girdim, beni tribe sokar. Bana kalsa 3-5 iyi arkadaşım olsun, oooh, son nefesimi verene kadar onlarla takılayım bir odada. Hoş bir şey değil tabii. Ama ben bütün gün odasında oturan bir çocuktum yani, ne yapayım lan. Ne mahalle arkadaşım vardı ne bir şey. Misafir gelir, odaya kapanırım. Annem "Gel bi merhaba de yabani misin oğlum sen." diye daraltır. Böyle böyle bitirdik çocukluğu. Hâlâ misafir gelince odaya kaçıyorum, o ayrı.

İşte şimdi de girmişim bölüme. Sosyoloji. Amfide en arkada oturuyorum. Arkadan baktığımda ense tıraşını görebildiğim bir insan yok. Herkesin saçı uzun. Hepsi kız çünkü. Ulan belli ki harem ağası gibi gezeceğiz bölümde önümüzdeki 4-5 sene. Hani tamam iyi hoş da, şu "kız muhabbeti" bir yerden sonra içimi kıyıyor. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Varsa yoksa Murat Boz. Hani tamam, şeker gibi çocuklar onlar da bir şey demiyorum da; "Ulan Tabata'ya o kadar para verilir mi yaaa." diye lavuk muhabbeti yapmayı daha çok seviyorum ben galiba. Zannedersem bir odunluk var bünyemde. Bir de sosyoloji falan okuyacağız, akademik sohbetler edeceğiz orada. Bilemiyorum.

Hani hazırlığa da böyle başladık, bilen biliyor. Burada "Bad Trip" diye yazılar yazdık. Şimdi hayvanlar gibi eğleniyoruz. Muhtemelen yine böyle olur. Yani umuyorum. Buradan bölümdeki potansiyel arkadaşlarıma sesleniyorum: Gelin canlar bir olalım.

s.

Not: Yabani bir insan olarak yapmam gereken en son iş olan "ODTÜ Radyo Topluluğu"na girmenin bir getirisi olarak, Çarşamba gecesi Vişnelik Tesisleri'nde "White Night" kapsamında barmenlik yapacakmışım. Ulan ben eve gelen misafirden kaçıyorum diyorum, sen bana içki döndür diyorsun. Neyse. Bekliyorum hepinizi.

30 Eylül 2009 Çarşamba

İtiraf 2..


16 Temmuz 2009 tarihinde kendimi çizip altıya bölerek, bu blogun birinci yılını kutladım. Lakin şu zamana kadar sizden sakladığım bir gerçek var. Birinci yıl kaydını yayınladıktan takriben on dakika sonra, o günün aslında blogun birinci yılı olmadığını fark ettim. Evet. Blogun ilk kaydı, 16 değil 18 Temmuz 2009 tarihinde yapılmış meğer. Sonra Blogger'ın teknolojisinden faydalanarak ilk kaydın tarihini 16'ya çektim. Kimse anlamadı. Güldük eğlendik.

Kamuoyundan özür dilerim.

s.

27 Eylül 2009 Pazar

Anı 15: Okoronkwo..


Sene ya 2001 ya 2002. Emin değilim. Emin olduğum tek şey, o dönemlerde deliler gibi bir oyuna sardığım. Championship Manager 01-02. "Küçük" başlıklı yazıda bahsettiğim Football Manager'in biraz ilkel versiyonu işte.

Yalnız işin kötü yanı, o zamanlar evimizde bulunan Windows 95'li bilgisayarla, bu oyunu oynamam imkan dahilinde değil. Onu sadece Paint'i açmak için kullanabiliyorum. Ben de evimin iki sıra yanındaki Internet Cafe'den yürütüyorum teknik direktörlük kariyerimi. Pek hazzetmesem de Fenerbahçe'yi almışım, kadrosu güçlü diye. Seneleeer, seneler geçmiş. Şampiyonluklar, şampiyonluklar. Internet Cafe'nin resmi oyunu haline gelmiş artık benim Fenerbahçe kariyerim. Gelip de bilgisayarın başına oturunca ben, çevremi üçer beşer insanlar sarmaya başlamış. Bir aile gibi yönetiyoruz takımımızı.

Neyse efendim 10. senemde ise kariyerimin en büyük başarısını elde ederek Şampiyonlar Ligi finaline yükseldim. Rakibim ise, o oyunun tartışmasız en iyi takımı, Roma. Bilgisayarın başında heyecanlı kalabalık izliyoruz maçımızı. İzliyoruz dediysem, "O topu ona attı, öteki sağa yolladı." diye yazılar çıkıyor ekranda, onu izliyoruz. Sadede gelelim, maç 0-0 beraberlikle sonuçlandı. Biz hâlâ umutluyuz. Uzatma dakikaları oynanıyor.

Benim takımımda Okoronkwo diye bir adam vardı. Isaac Okoronkwo. Hakkını yemeyeyim, çok iyi oynardı. Bana az maçlar kazandırmadı. Lakin Roma-Fenerbahçe maçının 119. uzatma dakikasında, topu kendi ağlarına gönderiverdi bu Okoronkwo. Kendi kalemize attığımız bu golle, maçı 1-0 kaybettik. Onlar kazandı.

Internet Cafe'mizde ölüm sessizliği. Herkes susuyor. Bir tek ben ayağa kalktım. Gittim. "Ne kadar abi benim borcum." dedim, ödedim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. O dönem bildiğiniz gibi zaten ota boka ağlayan ben, binlerce taraftarın önünde kupayı kaptırınca iyice dağıldım. Oyunun tadı kaçtı. Devam etmedim. Birkaç ay sonra Internet Cafe kapandı. O bilgisayar başındaki kader yoldaşlarımı bir daha hiç göremedim. Okoronkwo bozdu o tılsımı. O günden beri, ne zaman Okoronkwo adını duysam spor gündeminde, içim bir cız eder.

s.

17 Eylül 2009 Perşembe

Rüya 2: Marsilya..


Aylaaaar aylar önce, "Rüya 1" diye bir şey yazmışım, çizmişim. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş. "Rüya 2" bir türlü gelmemiş. Sanmayın ki o zamandan bu zamana rüya görmedim. Şimdi de "1" yazıp bırakmayalım öküz gibi diye yapıyorum bu "2"yi.

Rüyanın görülme tarihi, Eylül 2007 olmalı. Zira rüyada bahsi geçen Beşiktaş-Marsilya Şampiyonlar Ligi A Grubu mücadelesi, 18 Eylül 2007'de yapılmış. Peki ya bu maçla benim alakam nedir? Ben maç öncesi oluşturulmuş bir heyetin üyesi olarak Fransa'ya gidiyorum. Peki ya bu heyetin görevi nedir? Marsilya sokaklarında deprem sonrası oluşmuş yarıklarla alakalı incelemelerde bulunmak. Bu noktada "Sizin niteliğiniz nedir ki?", "Bunun maçla alakası ne?", "Ne depremi ya?" gibi mantık çerçevesindeki sorular sormaya lüzum yok. Ben de bilmiyorum.

Efendim bu heyetin içinde benimle birlikte bulunan adamlardan biri de, o dönemki lise matematik öğretmenim, Hakan Tuna. Biz üzerimizde beyaz önlüklerle Marsilya sokaklarında o sokak senin bu sokak benim dolaşıyoruz Cartel gibi. Gerçekten de sokaklar çatlaklarla, derin yarıklarla dolu. Sanırsın çocukluğum Marsilya sokaklarında geçmiş, öyle de net görüntüler.

Efendim böyle Marsilya turu yaparken uzaklarda toplanmış bir kalabalık görmeyelim mi. Yetkili heyet olarak hemen duruma müdahale etmeye gidiyoruz tabii. Beyaz önlüklerimizle koşup vardığımızda ise gerçekten son derece vahim bir görüntüyle karşı karşıyayız: Bir puding gölü. Yani herhalde büyük Marsilya depremi sonrası oluşan kocaman bir yarığın için pudingle dolmuş, burası oluşmuş. Heyetten arkadaşlarla mantık çerçevesinde düşünüp vardığımız sonuç bu.

Sonra? Sonrası şu ki, benim kafam o anda bir şeylere atıyor, koşup koşup kendimi puding gölünün içine atıveriyorum, kaybolup gidiyorum. Ancak sonra rüya kamerası benim bakış açımdan çekmeyi bırakıyor olacak ki, devamında gelişen olayları görebiliyorum. İnsanlar panik halinde "Çocuk düştü kayboldu!" diye bağırsa da, matematik öğretmenim Hakan Tuna yürekleri yakan demeci veriyor: "Bağırmayın, o artık öldü."

İşte böyle. Neydi beni bu yoğun puding dünyasının içine atan hâlâ merak ederim. Yoksa depremde yara almış çilekeş Marsilya halkı mı? Ya da Beşiktaş'ın Marsilya deplasmanında aldığı acı mağlubiyet mi? Belki götümün açıkta kalması da olabilir. Emin değilim.

s.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Splitter..


Dikkatinizi çekmiş midir bilmem; on günü aşkın süredir blogdur tarihtir bilmem nedir hiç alakam yok. Peki ya neden? Takipçilerimi böyle sorumsuzca terk edip ortadan kaybolmamın nedeni neydi ki? Üretim sancısı çekip kendimi odama mı kapatmıştım yoksa? Belki de bu yaptıklarımın manasızlığını fark ederek uzaklara gitmişimdir? Hayır dostlarım, hayır. Bu uzun ayrılığın sadece tek bir açıklaması var: İnternetim bozuldu.

Gördüğünüz gibi böyle blog ortamlarında atıp tutmanın, "İşte Menderes de böyle yaptı bik bik bik." diye utanmadan tarihi yeniden yazmanın da bir sınırı var. İnternet gidiverdi mi ne tarih kalıyor ne bir şey. Peki neydi bu arızanın sebebi? İşte yaklaşık bir hafta bu işin peşine düştüm. Telekom arıza servisi 121'i arayıp, bant kaydındaki karının talimatlarını umarsızca uygulayarak derdime derman aradım. Yeri geldi Telekom'un yerine gidip daralttım insanları.

Daha sonra bu meramımı bir dostuma açtım dost meclislerinin birinde. Tesadüf bu ya, zamanında o da aynı dertten muzdarip imiş. "Yoksa modemdeki DSL ışığı mı yanmıyor lan?" diye sorunca bizim arkadaş, içimi nasıl sevinç kapladı anlatamam. "Evet" dedim. "Evet ne yapıcam lan?!" "Splitter bozulmuştur." dedi. "O ne lan." demeye kalmadan ne olduğunu da açıkladı "Hani kibrit kutusu gibi, modemin kablosu falan bağlı." diyerek. Anladım ki odamın kapısının üstündeki kabloların birleştiği o gizemli şey, splitter imiş.

Aradım sordum. 5 liraya bir splitter buldum aldım. Eve geldim. Taktım. Olmadı. Modemi açıp kapattım. Yine olmadı. Sonra tam umutsuzca pes etmeyi düşünürken, modemin arkasındaki bir kabloyu iyice bir ittirdim. Işık yandı. Söndü. Bir daha ittirdim. Yandı. Sönmedi. İnternetim gelmişti.

Şimdi bu durumda iki ihtimal var: 

1. Splitter'ı değiştirince düzeldi aslında benim internetim. O kabloda da bi temassızlık olmuş herhalde o sırada. Zaten ben onu daha önce itmiştim olmamıştı. Hehe.

2. Splitter'da bir sorun yoktu ki zaten kafamı skeyim. O kabloyu ilk günden ittirseydim bunlar olmayacaktı. Allahım ya.

Ben birinci ihtimalin doğruluğuna inanmak istiyorum. Öyle oldu bence. Yoksa kabloyu ittirmeyi önceden akıl edemeyecek değiliz hayret bir şey. Neyse.

s.

3 Eylül 2009 Perşembe

Ramazan..


Bir ay sonra yeniden merhabalar. Yaratıcılık sıkıntısı çekiyor olsam gerek; geçen ay tatildi "Tatil" diye yazı yazdım, şimdi ramazan ayı geldi "Ramazan" diye yazıyorum. İdare edeceksiniz artık. Öncelikle söyleyeyim, bu satırların yazarı için ramazan ayının ifade ettiği en büyük anlam, pidedir. Bir de ramazan sonunda bir ay çılgınca oruç tutmuşçasına bayram yapmayı çok sever. Öyle de bir insan. 

Biraz daha küçük yaşlardayken ilgiliydim sanki bu konularla. Ne bileyim akşamüstü önce iftar programları başlardı, çiçekler açardı pat diye. "Aksaray Merkez Camii" gibi yerlerde hoş sohbetler yapılırdı. Zannedersem bunlar hâlâ yapılıyor. Ama bir şeyin eksikliği var. Dikkat ediyorum son 2-3 ramazandır Anthony Quinn arkadaşımızın rol aldığı "Çağrı" filmi 30 parçaya bölünüp iftar öncesi yayınlanmıyor. Oysaki beni öyle etkilerdi ki "Çağrı", o sakallı makallı Anthony Quinn'i peygamber zannetmeye başlamıştım. Başka filmini izleyemez oldum adamın. Bir oyuncudan ziyade kutsal biriydi o benim için. Yavaş yavaş bu Anthony Quinn korkumu yenmeye çalışıyorum.



Bir de dedim ya, pide var ramazanda. Anthony Quinn'in yokluğunda ben bir çağrı yapmak istiyorum bu sene, fırıncı arkadaşlara. Ulan her zaman yapsanıza şu pideyi! Tamam anladık, bu aya özgü bir şey, gelenek melenek de; çok güzel be kardeşim. Ramazanın gelişini bir "Yeşil kapaklı kola." reklamlarından, bir de bu caanım pidelerden anlıyorum şerefsizim. 

Bir de ramazanla ilgili utanç verici bir yanılgımdan bahsedeceğim sizlere izninizle. Baştan söyleyeyim, küçüktüm! Valla kaç sene önce öyle sanıyordum. Neyse söylüyorum: Şimdi böyle televizyonda falan bir "İftar" saati, bir de "İmsak" saati söyleniyor ya. Heh. İftarı anladık da, ben İmsak olayının mantığını pek kavrayamamıştım. İmsak saati 04.53 olsun misal. Ulan meğer o saate kadar yemek içmek serbestmiş, sonra oruç başlıyormuş. Ben sanardım ki 04.53'te kalkıp yatana kadar deli gibi yeme hakkımız var. İnsanlar o saatte kalkıp deli gibi tıkınıyor, tıkınmaları bitince de yatıp uyuyor ve sabah uyandıklarında oruç tutan insanlar haline geliyor sanıyordum ben. Tamam, üstünde düşününce olayın mantıksızlığını ben de kavrıyorum. Ama tekrar söylüyorum bak, çok küçüktüm, üstüme gelmeyin!


Bayram ne olacak peki? Efendim orucunu tutmuş, dini sorumluluklarını yerine getirmenin huızuruya dolup taşan insanların bayram etmesini son derece yerinde bir davranış olarak görüyorum. Peki neden bayram gelincealtı aydır oruç tutuyormuş gibi bir şenlik havası oluyor bende? Neden tatlıları börekleri benim götürdüğüm yetmezmiş gibi paraları da ben topluyorum? Ayıp değil mi lan?

Başka bir şey kalmadı herhalde. Sizlere tavsiyem; saatlerinizi iyi kurun, imsak saatinde kalkıp anında başlıyoruz tıkınmaya, anlaştık? Bir de "Ramazanda kilo almamanın sırları!!11!"nı istiyorsanız bilumum ana haber bültenine başvurabilirsiniz, imkanınız yoksa ben senelerdir izliyorum cevabını vereyim: "İftarda birden bire çok yemeyin!" Yazımı sonlandırırken hepinize şu sorayı sormazsam da huzura eremeyeceğim: Hacı yazın daha da zor oluyordur bee, di mi?

s.

Not: Yukarıdaki yazı Blog Dergisi'nin Eylül sayısında yer alacak ama siz çok şanslı olduğunuz için şimdiden okuyabildiniz bile.

30 Ağustos 2009 Pazar

Anı 14: 4, 12, 26, 38..


Fark ettim ki 30 Ağustos Zafer Bayramı gelmiş çatmış. Zaten uzun zamandır öküz gibi oyun oynamaktan yaratıcılık sıkıntısı çeken bendeniz, hemen "Ulan bu günün anlam ve önemine binaen söyleyecek bir şeyler var mı." diye düşünmeye başladım. Bulamadım. Ama başka bir şey buldum. 19 Mayıs'la ilgili acı bir anımı hatırladım bir anda.

Sene 2004. Sekizinci sınıfın sonlarına yaklaşmışız. Bahar ayları. Rapor alacağız hepimiz ki Haziran ayındaki OKS'ye hazırlanabilelim. Biz hiç OKS demezdik lan bu arada, LGS derdik yani. Neyse. İşte o dönemde gördüğümüz "Trafik" adlı ömür törpüsü dersimize girmekle kalmayıp bir de "Beden Eğitimi" dersimize giren pis bir karı vardı şimdi ismi lâzım değil. İşte bu karının birtakım girişimleri sonucunda, biz sınıfça 19 Mayıs için "Gönüllü sınıf" falan gibi bir şey olmuştuk galiba. Bu durumda, sınıftaki kızlar 19 Mayıs'ta İzmir Atatürk Stadyumu'nun kale arkasında "Cumhuriyet yaşasın oley." tadında marşlar okuyacak, biz lavuk erkekler ise açık tribünde karton kaldıracaktık. Gönüllüyüz çok.

Kulağa ne kadar da eğlenceli geliyor. Hep ilgiyle izlerdim "Aaa kartonu çevirdi Atatürk oldu aaaaa." diye. İşte, artık ben de onlardan biri olacaktım! Hevesle başladık bu maceraya. Sabahın köründe okula geldik. Elimize bir çuval karton verdiler. Lan küçücük çocuğuz zaten, boyum kadar elli tane kartonu amele gibi taşıdık otobüse. Otobüste de ayakta yolculuk etmemiz, günün geri kalanı hakkında bir mesaj veriyordu sanki bize. "Bu güzel bir şey değil geri zekalılar." demek istiyordu.

Saat 10.00 civarı, ülkemizin güzide stadyumlarından Atatürk Stadı'nda cumhuriyetin neferleri gençler olarak yerlerimizi aldık. Güneş arkamdan yavaaş yavaş yükseliyor bu esnada. Karşı tribündeki bir adam, elinde mikrofonla bize direktifler veriyor, böyle böyle yapacaksınız diye. Başladık. Adam "Evet gençler, L1!" diyor mesela. Hemen önümüzdeki kartonlardan "Aha L1 nerede lan." diye aramaya başlıyoruz. Bulduktan sonra da kartonumuzu ters çevirip bekliyoruz ikinci direktifi. "Evet çocuklar aşağıdan başlıyoruz yavaş yavaaş 4, 12, 26, 38, 54..." falan diye bir şeyler söylüyor adam. Biz de aşağı sıralardan başlayarak Meksika dalgası tadında "hooop" diye önünü çeviriyoruz kartonların. Ulan bu nedir ya? Biri açıklasın bana bunu. Bu adam neden götünden sayılar uyduruyordu biz kartonları kaldırırken? Bak beş sene geçti hâlâ mantığını kavramış değilim bunun. Neyse efendim başlarda "Heheh eğlenceliymiş." falan diye düşünüyordum. Güzel olacak gibiydi.

Beş saat geçti sonra.

Allah belanızı versin. Saat 16 küsür. Gözlerim dolu dolu. Ensem kara kara. L1'inizi de T2'nizi de alın, hepsi sizin olsun şerefsizler. Ne işimiz var lan bizim burada? Neden! Bıraktım efendim. Sabahın köründe ülkesinin medar-ı iftiharı, cumhuriyet çocuğu Sinan olarak yola çıkan ben; o dakikadan itibaren Atatürk'ün gözünü kaşını yarım bıraktım sinirle. O sırada İzmir'in yerel televizyonlarından birinde bizi izleyen biri olmuşsa, ona sesleniyorum. Hepsi benim yüzümden. "Atatürk" yazısının ü'sünün noktasında bir boşluk olduysa, benim yüzümden. Türkiye haritasının Çorum taraflarında bir eksiklik varsa, benim yüzümden. Hepinizin Zafer Bayramı'nı kutluyorum.

s.

23 Ağustos 2009 Pazar

Küçük..


Merhabalar. Bugün izninizle sizlere tatilimin Foça'dan sonra girdiği süreçten bahsetmek istiyorum biraz. Foça'da son derece çılgın bir kamp hayatı tecrübe ettiğimden, çadırıyla, tuvaletiyle, sazıyla sözüyle bir heyecan kasırgası yaşadığımdan hemen aşağıdaki yazıda bahsetmiştim. Peki bu çılgın delikanlı şimdi neler yapıyor? Nerelerde? Hepsi burada.

Şimdi efendim ben şu anda Balıkesir ilinin Ayvalık ilçesindeyim. Burada aile tatili yapıyorum. Ev hayatı olunca tabii Foça'nın aksine, tuvaletinden tut yemeklerine kadar her şey harikulade. Dışarıda güzel bir hava. Karşımda Cunda Adası. Lâkin ne yazık ki ben önüme sunulan bu imkanlardan faydalanamıyorum. Buradaki tatilimi yaklaşık 15 metrekare tutan bir odada geçirmek durumunda kalıyorum. Elimde değil, çünkü ben Football Manager oynuyorum.

"O ne lan?" diyorsanız bu kısmı okumadan atlayabilirsiniz. Demiyorsanız, zaten durumumu anlamışsınızdır. Üç gün önce "Inter Milan" takımını çalıştırmaya başladım. Şu anda oyun sürem takriben 18 saat. İkinci sezonuma başladım. Takımda dengeler çok iyi. Sağolsun yeni başkanımız çok para verdi, yerinde transferler yaptık. Sanırsın her ayın 8'inde Kredi ve Yurtlar Kurumu'ndan "Öğrenim Kredisi" alan insan ben değilim, saçtım milyon dolarları. Ekran başında minik yuvarlak adamların attığı golleri hop oturup hop kalkarak izliyor; onlarla sevinip, onlarla üzülüyorum. Gece yatağa gittiğimde takımın eksik yönleri hakkında derin düşünceler içerisindeyken, uyuyakalıyorum. Sabah ise takım elbiselerimi giyip yeniden bilgisayarın başında yerimi alıyorum.

İşte hayatıma kattığım bir tat buydu. Bir diğeriyse, Gofy. Yine "O ne lan?" diyebilirsiniz, anlarım sizi. Bu yüzden önce şu adresten bu blogun ilk yazısına bakmanızı öneririm. Şöyle yazmışım o satırlarda:

"Gofy: İşte yıllardır aradığım, eşini benzerini bulamadığım bir lezzet. Sanıyorum ki artık üretilmiyor. Üstünde papağan resmi mi ne öyle bir şey vardı. 500 gramlık kutusunu ortalama 3 kahvaltıda bitirirdim şerefsizim. 10/10"

İşte, o unutulmaz Gofy lezzetini yine buldum dostlar. O dayanılmaz tadı yine yakaladım canlar. Migros rafları arasında fütursuzca gezinirken gördüm "o"nu. Bir an göz göze geldim o papağanla. Evet, gerçekten de Gofy'ydi bu! Biraz yazı fontu değişmiş; ama gerek 500 gramlık kutusundan, gerekse muzip papağanından hiçbir şey kaybetmemişti. Hemen elimi atmışken bir de ne göreyim? "Kampanya: İki adet Gofy yalnızca 5.75 TL" Tanrım... Yıllar sonra bulduğum bu lezzetin totalde bir kilosunu 5.75'e almak... Rüyada gibiydim. Aldım, eve koştum. Eski günlerin anısına, alır almaz yemedim onu. Sabahı bekledim deli gibi. Kahvaltıyı. Gözüme uyku girmedi. Kalktığımda biraz endişeliydim. Ya tadı değişmişse? Ya her şey gibi Gofy de yenilendiyse? Ekmeğe sürüp ilk lokmamı aldığımda, endişelerimin boşa çıktığını sevinçle gördüm. O hâlâ aynıydı.

Eveet, ne demiştik? Tatil di mi. Böyle işte. Artık gece yatağa gittiğimde sabahı iple çekmek için iki nedenim oluyor dostlar. Biri Football Manager kariyerim, diğeriyse Gofy lezzeti. O değil de Sagra'dan para istesem yeridir ha, ne reklam yaptık arkadaş. Neyse. Ben şimdilik gideyim, İtalya Kupası başlıyor. Ayvalık'taki oldukça küçük hayatımdan sevgilerle.

s.

18 Ağustos 2009 Salı

Rock Tatili..

Efendim gördüğünüz üzere, geldim. Görüşmeyeli nasılsınız acaba? İyi gidiyor mu tatiliniz? Neyse, burada önemli olan benim yaptığım tatil. Foça'ya gittim ya hani? Festival falan? Heh.

Aslına bakılırsa; 12 Ağustos günü saat 16.30'da binip festival alanına ulaşmam gereken servis arabasının saat 19 sularında gelmesi, festivalin nasıl geçeceğinin sinyallerini veriyordu sanki. Aradaki yaklaşık üç saatlik boşluğu kaldırımda oturarak değerlendirmemiz, evlerden gelen insanların "Evladım niye burada oturuyorsunuz, gördük merak ettik yardım mı lazım?" soruları; bana festivalle ilgili ufak ipuçları veriyordu sanki. "Dur" diyordu, "Dur gitme daha fırsatın varken."

Gittim. Hava kararırken, ben Foça'ya ulaştım. Festival alanına kısa bir yürüyüşün ardından vardım. İnsanlar çadırlarını kurup çoktan yerleşmiş, etraf ana baba gününe dönmüştü. Festival alanıyla ilgili ayrıntılı incelemeleri aşağıda okuyacaksınız.

Artık çadır kurma vaktiydi. Boş bir yer bulundu, çadır kuracak görevliler çağrıldı. Lakin bazı ufak sorunlar yok değildi. Örneğin, çadırı geçtim, biz bile ağaçlara tutunarak ayakta durabiliyorduk. Ağacı bırakan bazı zavallı katılımcılar Roket Takımı gibi göklerde yıldız oluyorlardı. Rüzgar şiddetliydi anlayacağınız. İkinci sorun ise, çadır kuracağımız yüzeyin 80 derecelik açısıyla kaydırak tadı yakalamasıydı. Yani çadırla birlikte sabah denize kayıp hoş sürprizler yaşamamıza olanak sağlıyordu festival alanı.

Uzun mücadeleler ve tepişmeler sonucu çadır kuruldu, ortamdan biraz uzaklaşıp yenilip içildi, rahatlandı. Çadıra dönüş vakti gelmişti. Çadıra dönüş dediysek, küçümsemeyin dostlar. Bunları elimizde fener dağları tepeleri aşarak yapıyoruz. Herkes hayatta kalamıyor. Daha sonra dört kişilik çadırımızda taşların üstünde dik bir açıyla fantastik bir uyku çektik. Sabah oldu sonra. Sabah oldu dediysek, zaten saat 5'e doğru azıcık uyuduk, bir-iki saat geçti demek istiyorum.

Sabah güzel bir sürprizle uyandık: Çadırımız çöküp üstümüze düşmüş, kefen gibi bizi sararak adeta "Ölümünüz burada gerçekleşecek!" mesajı vermişti bize. Etrafa baktım, çadırların çoğu yıkılmıştı. Rüzgar çok can almıştı. Önlemini alanlar hayatta kalmış, diğerleriyse yuvalarından olmuştu. Kayıp büyüktü.


Neyse efendim, çadırı daha sonra sağlam temellere oturtup yeniden inşa ettik, bir daha sorun yaşamadık. Şimdiyse gelelim tuvaletlere. Geçen seneki festival yazıma bir bakıyorum da, ne kadar haksızlık etmişim o çilekeş tuvaletlere. Ne kadar üstlerine gitmişim. Bilseydim bu senekileri, yapar mıydım? Aslına bakılırsa tuvaletlerin de suçu yok, yalnızca birkaç bin kişi daha fazla vardı bu sene, o gözden kaçmış. Sağlık olsun, olur böyle şeyler. Yukarıda da temsili bir festival tuvaleti görüyorsunuz.

Bunlar dışında? Yiyecek? Fena değildi. Fiş sistemi yapmış arkadaşlar. Zannedersem kimse almamış olacak ki ilk gün "25 ya da 50 liralık fişler alınabilir." olarak başladıkları bu maceraya son günlerde "Abi bokunuzu yiyim fiş alın 1 fiş alana 3 hediye veriyoruz abii." şeklinde kampanyalarla devam ettiler. İçki? O işle de "Dorock" isimli mekân ilgilendi. Şimdi biz "Dorock"u görünce haliyle "Durak" diyesimiz geliyor. Ama öyle olmadığını da biliyoruz. DORAK demek de ayrı bir garip. Biz aramızda "Ya işte o sandalyeli falan yer var ya, ya içki satan be olum, ya DURAK LAN DURAK İŞTE OH BE." diye anlaştık o bakımdan. Orada da ilk gün 5 lira olan biralar, son günlerde "3 lira yanında da fıstık vericez ehehehe." seviyesine ulaştı.

Of ulan ne içimi döktüm be. Ha hiç mi güzel bir şey olmadı bu festivalde lan? Oldu tabii. Konserler var ya tabii, onu unutmuşum ben. Pentagram izleyip "Heeaövitaa es morteeğğ." diye anırdığım güzel oldu mesela. Duman izledim, hoşuma gitti. Kurban izledim, beğenmedim. Yasemin Mori izledim, nefret ettim. Epica izledim, kadını beğendim müziği dinlemedim. Falan. Bir de bizi festival alanındaki duş ve tuvaletleri kullanmaktan bir nebze olsun kurtaran Foça'da ikâmet eden dostlar vardı. Onlara da özel teşekkürler. 

Son olarak, aşağıda sizlere organizasyonun festival öncesi sitede yayınladığı "Festival Alanı" görüntüsünü sunuyorum. Tanrım, ne kadar harika! :)) Yemyeşil çimenler, harika plajlar, müthiş bir düzen! Ana sahnenin yerine baksana aşağıdaki uçta, burası festival için yaratılmış olmalı dostum! :))


Şimdi de sizlere naçizane benim çizdiğim "Fesitval Alanı"nı göstermek isterim. Buyrun efendim. Olur da Foça'ya festivale giderseniz falan bence buna bakın. Yukarıdakine değil. Esen kalın. Öpücükler.


s.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Mola..


Efendim yukarıda gördüğünüz gibi yine bir yerlere gidiyorum. Hatta gördüğünüz gibi, İzmir ilimizin şirin tatil beldelerinden Foça'ya gidiyorum. Peki ya neden? Tabii ki geçen sene Zeytinli'de, bu sene ise Foça'da düzenlenen rock festivalini yerinde inceleyip izlenimlerimi sizlere aktarmak için. Ne için olacak başka?

Neyse. Diyeceğim o ki, bir hafta kadar ben yokum. Gerek bu blogu, gerekse Hafif Tarih'i takip eden okurlarıma selam ederim. Kusura bakmayın artık. Esen kalın.

s.

Not: Geçen seneki festival de burada bak.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Anı 13: Yumurta..


19 yaşındayım. Geçtiğimiz seneden beri gurbet ellerde yurt hayatı yaşıyorum. Tüm bunlara rağmen, ne yazık ki hâlâ "yemek yapmak" ile uzaktan yakından alâkam yok. Aslında bu konuya ilgisiz değilim haa. Her ne kadar sadece "yapılan yemeği yemek" kısmıyla ilgileniyor gibi gözüksem de; aslında yemek yapım aşamasında annemi izlemekten, "Ne yapıyo lan şimdi hmm." diye düşünmekten zevk alırım. İşte bugün sizlerle bu hevesimin beceriksizlikle yoğrulduğu heyecan dolu bir anımı paylaşacağım.

Tam anımsayamasam da muhtemelen 10-11 yaşlarındayım. Hayvan gibi yemek yediğim, top gibi yuvarlandığım zamanlar. İşte o günlerden birinde, "Yemek yapıcam ben." diye gaza geldim. Neden bilmiyorum. Geldim işte. Ben de yapabilirdim, ne vardı ki bunda? Yoğun ısrarlarıma dayanamayan annemden de onayı aldım: Yumurta kıracaktım.

Malzemeler hazırdı. Bir adet yumurta, tava. Eeö. O tavaya yağ falan sürülüyor muydu lan? Sürülmüyordu galiba da emin değilim. Buradan da, o günden beri yumurta kırmaya hâlâ muvaffak olamadığımı anladınız sanırım. Neyse. Malzemeler de hazırlandıktan sonra annem beni tava-ocak-yumurta üçgeniyle başbaşa bıraktı. Heyecan doruktaydı. Yapmam gereken tek şey; yumurtayı önce ince bir hareketle sert zemine vurarak çatlatıp, ardından iki ucundan tutup çekerek altı yanan tavanın içine süzülmesini izlemekti. Sonrası kolaydı, kendi kendine olurdu zaten o yumurta. Sorun yok gibiydi.

Önce çatlatma aşaması. En kritik aşama. Vuruşun şiddetini iyi ayarlamalıyım, yoksa elimde patlayabilir güzelim yumurta. Tüm dikkatimi topladım, nefesimi tuttum, vurdum yumurtayı mutfağın bankosuna. Başarmıştım! Tam istediğim gibi, yumurta ortadan ufak ufak çatlamıştı. Zor kısmı atlatmıştım, yumurtayı iki yandan tutup tavanın içine kırmakta ne vardı ki?

Yumurtayı aldım, iki elimle uçlarından kavradım, nefesimi tutup çektim iki yandan. O beyaz ve sarı karışımı sıvı başladı aşağı doğru süzülmeye. Süzüldü, süzüldü... Ve düştü. Ancak ufak bir sorun vardı; yumurtayı tavaya değil, yere kırmıştım. Evet evet, bildiğin yere kırdım yumurtayı. Tutturamadım açıyı. Elimde kabuklar yere baktım. Soğuk terler akıttım. Bu muydu yani "Ben yemek yapıcam." diye tutturmanın sonu? İçeride televizyon seyreden annem bu manzarayı görse nasıl açıklarım? Bu ne rezillik? Dağılmış yumurta bana baktı, ben ona baktım. Bakıştık bir süre.

Derken dahiyane bir fikir belirdi kafamda. Hemen yerde duran kilime gözlerimi diktim. Elime bir bez aldım. Bezle yumurtaları kilimin altına iteliyordum. Yapış yapış. İşte bu kadar basitti, sorunu çözmüştüm. Sıçtığım yetmezmiş gibi, bir de sıvıyordum. Hemen dolaptan bir başka yumurta kapıp bu kez dikkatimi tamamen toplayarak tavanın içine kırmayı başardım. Her ne kadar kapkara yanmış, bok gibi bir kıvamda olsa da; somut bir yemek elde ettim. Her ne kadar tadı iğrenç de olsa, "Ehehe bence çok güzel ben çok sevdim öhm." diyerek onu kemirdim. Görev tamamlanmıştı.

Peki ya sonra ne oldu? Yumurta kokmadı mı? Anneme bunu itiraf etmek zorunda kalmadım mı? Mutfağın içine sıçmadım mı? Bunlar başka hikâyelerin konusu, bu bahsi kapayalım bence. Önemli olan şu ki, yumurtayı yaptım. Makarna da yaptım sonra bir kere. Tost desen zaten o konuda bir numarayım. Dolaptaki yemeği de ısıtabiliyorum, o da bir nevi yemek yapmak olmuyor mu? Hayret bir şey.

s.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

31 Temmuz 2009 Cuma

Dişçi..


Nasılsınız efendim? Beni soracak olursanız; deniz, güneş, kum üçgeninde takılıyorum işte. Bunun yanında söz verdiğim gibi sizlerden de kopmuyor, tee buralardan yetişiyorum. Tabii ki bunda eve varıp bilgisayarı açtığımda yaşadığım "Kablosuz ağlar bulundu!!1!" sürprizinin etkisi de yadsınamaz. Neyse, sadede gelelim biz.

Geçen yazımızın sonunda belirttiğim gibi, ben geçen gün ilk kez dişçiye gittim. Evet, ilk kez. Ne yapayım arkadaş, daha önce bir problem yaşamadım güzelim dişlerimle. Efendi gibi dişlerimi fırçalarım günde üç vakit. Ne çürük görmüşlüğüm vaar, ne tel takmışlığım. Ha tabii şimdi "Peki neden bilmem kaç ayda bir düzenli kontrollere gitmedin ipana reklamındaki çocuklar gibi?" diyebilirsiniz, o zaman bir şey diyemem. Kaçımız gidiyoruz ki kontrollere falan di mi ama?

İşte böyle "Süper dişlerim var hiç çürüğüm yok." diye takılırken, aylar önce birden alt sıralarda uzaklarda sinsi gibi duran bir dişimin köşesinde ufak bir boşluk bolduğunu fark ettim. Tabii ki duyarsız bir öküzmüşçesine "Bişey olmaz yeaaa." diyerek üstünde durmadım. Ta ki, birkaç hafta önce yemekler bana zehir olana dek. Ta ki, acılar içinde kıvranana dek. İşte bunun üzerine bu acı gerçeği önce kendime, sonra da anneme itiraf ettim: "Dişimde bişey var benim."

Randevu alındı. Annemin annesinin, ki anneannem olur kendisi, dişçi olması ve birtakım bağlantıları olmasından mütevellit, tanıdık bir doktora gidildi: Gülüm Hanım. "Gülüm ne lan?" demeye kalmadan kendimi dişçi koltuğunda otururken buldum. Daha önce oturmamış olduğumdan bana uzay mekiği gibi geliyor tabii. Sol tarafımda minimalist bir lavabo, ufak bir su bardağı. Önümden ışıklar geliyor, sağda birtakım matkap gibi şeyler. Olayla hiç alâkam yok. Haliyle içimden "Allaaam ne olacak acaba, acıyo mu lan yoksa, ya dolgu yaparlarsa nası bişey o allaam zor mu." diye düşünceler akıp gidiyor. Tabii ki bunu yanımdaki sevgili Gülüm Hanım'a ve anneanneme çaktırmıyorum.

Efendim ağzımın içine bir ışık sokuldu, çıkarıldı ve dolgu yapılması gerektiği söylendi. Tüm bunların takriben 3 saniyede gerçekleşmesi, tıp dünyasına saygımı artırdı. Ben başımı öne eğdim, "Tamam." dedim titrek sesimle. Sanırsın böbreğimi alacak kadın. Öncelikle ağzımın içine şak diye iğneyi basıvermesin mi Gülüm? Dilim dudağım davul gibi şişmesin mi? İşte bu "uyuşturma" işlemi o kadar kısa sürmedi, tıp dünyasına saygım biraz azaldı. Ancak asıl rahatsız edici olan, yan tarafımdaki Gülüm Hanım ve anneannemin, girdikleri harlı geyiğe davul gibi ağzımla beni de dahil etmeleriydi. Efendim Gülüm'ün oğlu SBS'ye girmiş de, yabancı dili çok iyiymiş de, o da "İnşallah Sinan gibi güzel okullarda okurmuş." da... "Almanca nasıl Sinan zor mu?" diye sordu Gülüm. "Eeşeşe eee zeor tabeei artikeallear felan." gibi şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Gülüm bu Medyum Keto tadındaki konuşma tarzımı çok normal karşılamış olacak ki İngilizce ve Almanca dillerinin zorluk seviyeleri hakkında bir hayli soru sordu. Neyse ki uyuştu her tarafımız sonunda.

Bu noktada Gülüm bana küçük miktarda bir sıvıyı ağzımda çalkalamam gerektiğini söyledi efendim. Ben sıvıyı ağzıma götürüyorum ancak çalkalamak için biraz da su almam gerektiğini akıl edemedim ne yazık ki. Bir yudumluk şeyi ağzımda çalkalama çabamı gören çilekeş Gülüm, "Biraz da su al istersen." diye kibarca uyardı beni. Ne yapayım lan, gitmedim daha önce allaallaa.

Bundan sonra çok kayda değer bir şey olmadı. Sadece Gülüm ağzıma hortum soktu, oradan matkapla bir yerleri deldi, içine çimento harcı gibi bir şeyler doldurdu. Anladım ki, dişçilik de bir nevi amelelik. Evet. İlk dişçi deneyimimde ne yazık ki böyle yüzeysel bir çıkarım yapmak durumunda kaldım. Buradan sevgili Gülüm Hanım'a sevgilerimi ve saygılarımı iletiyorum. Ağrı sızı yok Gülüm, kanal tedavisi falan diye gözümü korkuttun da yok öyle bir şey yani. Haydi hoşçakal.

s.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Heaoey..


Gördüğünüz üzere, kısa bir süreliğine denizli menizli ortamlara gidiyorum. Ancak bu demek değil ki, sizleri yazılarımdan, çizimlerimden mahrum bırakacağım. Demek değil ki Facebook'ta mesaj kutunuz boş kalacak. Merak etmeyin! Orada da bir yolunu bulup rahatsız ederim sizi! 

O değil de ben bugün ilk kez dişçiye gittim. Pek yakında.

s.

26 Temmuz 2009 Pazar

Anı 12: Nilay..


Efendim merhabalar. Fark ettim ki uzun süredir sizleri utanç verici anılarımdan mahrum etmişim. Düşündüm ki artık zamanı geldi. Aylardır sizlerden sır gibi sakladığım, hafızalardan silinsin istediğim bir anımı paylaşmanın, artık zamanı geldi.

Senee, kaç? Dur bakayım. Şimdi ablam ilkokulda olduğuna göre, 9-10 yaşlarında. Bu durumda ben de 4-5 yaşlarında oluyorum. 1994-1995 yani. Ne yazık ki, o zamanlar oldukça yabani bir çocuktum. Eve gelen misafire gidip de bir merhaba demeyen, bütün gün odasında öküz gibi lego oynayıp dergi okuyan biriydim. Toplumdan uzak marjinal bir yaşam sürüyordum. İşte az sonra anlatacaklarım da, toplum hayatına adım attığım ender zamanlardan birinde gerçekleşti. O zamanlar ablamın, daha sonra da benim okulum olacak, "Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu"nda yaşandı her şey.

Neden okula ablamı ziyarete gittik, anımsayamıyorum. Ancak o gün maksimum düzeyde kıskançlık duygusu beslediğimi tahmin edebiliyorum. Çünkü ablamın okula gidiyor olmasını o kadar kıskanırdım ki, eve gelip de okulda yaptıklarını anlattığında sözünü keserek "Biz de bugün okulda işte şöyle yaptık buraya gittik." gibi yalanları ailemin gözünün içine baka baka söylemeye hiç çekinmezdim. 

Dediğim gibi, ablamın ziyaretindeyiz. Okul bahçesinde öğrenciler bir o yana bir bu yana deli gibi bir mutlulukla koşuşturuyor. Sinirlerim çok bozuk. Ben de okula gitmek istiyorum. Derken ablamın sınıfına giriyoruz. Büyük bir coşkuyla karşılıyor bizi. Yalnız değil. Yanında, o zamanki kadim dostlarından, şimdi de zannedersem ara sıra görüştüğü, Nilay var.

Annem, ablam ve Nilay üçgeni arasında birtakım konuşmalar, gülüşmeler gerçekleşiyor. Ben ise küçük odamdan çıkıp onlarca insanın arasına girmiş olmanın travmasıyla çevreye sinirli bakışlar atıyorum. Kafam önde. Gerginim. İşte tam bu esnada, hiç istemediğim bir şey oluyor. Ne yazık ki, ilgi benim üstüme çekiliyor. Nilay'ın "Sinaan nabeer ay çok şekeer." şeklindeki çıkışları beni iyice geriyor. Annem ve ablamın da "Bak Nilay abla bak bak bak bak." dayatmalarıyla soğuk terler akıtmaya başlıyorum. Allahım neden buradayım? Neden odamda değilim? Aklımdan bu sorular geçerken, Nilay son noktayı koyuyor, "Gel öpeyim seni." diye bir hamle yapıyor bana.

İşte o an, benim kayışlarımın koptuğu andır.

Öncelikle bileğinden tutarak durduruyorum onu. Çevik bir hareketle o düz saçlarını yakalıyorum. İnce bir bilek hareketiyle kafasını yere dönecek şekilde büküyor, kendime doğru çekiyorum. Boşta olan sol elimle, sırtına şimşek gibi darbeler indiriyorum. Hatırlatayım tekrar, 4 ya da 5 yaşındayım. Nilay ağlıyor. Ben sinirliyim. Ayırıyorlar bizi. Olayın devamını çok net hatırlamıyorum, herhalde sinir krizi falan geçiriyordum.

Aradan yaklaşık 15 sene geçti. Nilay'ı bir daha hiç görmedim. Bilmiyorum Nilay, sende de bende olduğu kadar derin izler bıraktı mı bu olay acaba? Eğer ki bıraktıysa, eğer ki günün birinde tesadüfen denk gelir de bu satırları okursan, bil ki çok üzgünüm. Artık o günler geride kaldı. Kimsenin sırtına sırtına vurmuyorum. İzin verirsen, senden de özür dilemek isterim. Beni affet. Hoşçakal.

s.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Alkol..


Efendim nasılsınız? Beni soracak olursanız, hiiç iyi değilim. Çünkü yaklaşık 120 derecelik bir sıcakta hâlâ İzmir'de sürünüyorum. Tatile ihtiyaç duyuyorum. Zor durumdayım. Neyse.

Bugünkü konumuz alkol. Nedir alkol? Arkadaşlarımızla dışarı çıkıp oturduğumuzda, bira gibi votka gibi türlü içkiler vasıtasıyla damarlarımıza duhul olan... madde? Madde mi denir ona ne denir artık bilemedim. Tabii ki alkolü başka zaman ve mekanlarda da almak mümkün; lakin, biliyorum ki bu blogu takip eden kitle genelde bu şekilde kullanıyor.

Yeri geliyor, biz de kullanıyoruz tabii. Ben çok kullanmıyorum aslında. Çok içebilen bir insan değilim. "Geçen gittik dokuz bira iki tekila içtik." gibi anılarım yok. Efendi gibi oturur, sakin sakin biramı içerim. Genellikle üçüncü biramın ortalarında gözlerim hafif kısılır, suratıma aptal bir tebessüm yerleşir, yüzüme nur gelir. Nasıl anlatsam ki o pis ifadeyi. Çizmeye çalıştım bak yukarıda. Ancak bilincim yerindedir. Sadece gereksiz bir yavşaklık kaplar her yanımı. Daha açık sözlü olabilirim, ama çok da tehlikeli değilimdir.

İşte o noktada, benim hesabımı ödeyip kalkmam gerekir. Kalkmasam bile, bardağımı alan adamın "Başka bir arzunuz?" gibi önerilerini kibarca reddetmeliyim. Ne yazık ki, bazen etmiyorum. "Ee, bi 50lik daha alayım ben madem." diyorum. Onu da içiyorum. Bir yandan masadaki yağlı yağlı patlamış mısırları fütursuzca tıkınıyorum. Bu noktada iyi olup olmadığımı anlamak için "kafayı sağa sola çevirme testi"ni uyguluyorum. Bilmem siz de uygular mısınız. Eğer bu çevirmelerde görüntü hafif hafif aşağı doğru kayıyorsa, bu güzel bir alâmet değil.


Bu içki sofralarının bir diğer vazgeçilmezi de, tabii ki tuvalet. Bu noktada iğrençleşebilirim, çünkü size pisuvar başındaki mutluluğumdan bashetmek istiyorum. İşte o noktada, dünyevi hayatın tüm dertlerinden uzaklaşıyor, sadece az önce masada dönen yavşak muhabbetleri düşünerek "Isshhhshsıshıh." diye gülüyorum ben. Ardından aynaya bakıyorum, kendimi inceliyorum, yüzümü yıkıyorum.

Masaya dönünce daha sağlıklı bir insan görünümüne bürünüyorum. Yerli yersiz her muhabbete "Harbi mi diyosun ahahahaha!!1!" şeklindeki müdahalelerim, birtakım şakalarım, muzipliklerim tüm hızıyla sürüyor tabii.

Ve eve dönüş. Tanesi 3.5 ya da 4 liradan 4 tane bira. 15-16 lira hesap öde. Pisuvar başındaki mutluluk için değer mi? Masadaki yavşaklığın tadına varmak için değer mi? Eh, değebilir aslında bazen. Daha sonra otobüs durağı. Otobüs durağında da kendim gibi "çakırkeyf" tipler görmem zaman ve mekan itibarıyla gayet olası. Görüyorum. İşte o noktada yeni bir macera başlıyor benim için.

s.

16 Temmuz 2009 Perşembe

1..

16 Temmuz 2008 tarihinde, bir süre önce ÖSS'den çıkmış, sıcaktan bunalan, hayatına bir renk katmak isteyen Sinan; dönemin yavaş yavaş yükselen trendlerinden birinden medet ummaya karar verdi: Blog açtı.


Aslında "yazmakla" zerre kadar alâkası olmayan bir insandı. Ortaokulda kompozisyon derslerinde 80-85 falan alırdı, onlar dışında kayda değer bir eser vermişliği yoktu yazın türünde. Ancak çizimlerini insanlarla paylaşmaya hevesliydi. "Ulan şimdi sırf çizerek de blog olmaz ki, altına üç beş satır bir şey yazarım." diye düşündü. Kısacası, arasına yazılar katılan bir çizim bloguydu amacı.


Hiçbir şey planlandığı gibi gitmedi. Sinan blogunda sürekli "Bir keresinde de şöyle olduydu hehehe." tadında anılarını paylaşıyor, yazıya da çizim kadar, belki çizimden de fazla, ehemmiyet gösteriyordu.


Yaz aylarının verdiği sıkıntı, yeni blog açmışlığın hevesiyle de birleşince; ilk aylarda pek çok güzide eser verdi. Daha sonra okul başladı, Sinan'ın blog performansı da hâliyle dibe vurdu. Ayda 15-20 olan ortalaması, 5-6'ya düştü. Blog artık ona zor geliyordu.


"Amaaaan skerim yaa. Kapatıcam olum ben blogu artık. Zaten doğru dürüst okuyan da yok, boşu boşuna uğraşıyorum lan." gibi demeçler vererek defalarca isyan etti. Ancak kapatmadı blogu. Nadiren kendisine gelen "Slm, blogunu okudum çk beğendim çizmlerin çok güzel :))" mesajları ona şevk veriyordu. Hâttâ o gazla Facebook grupları açtı. Siz çilekeş okurları "Bakın lan bakın ne yaptım hehehe." diye mesaj bombardımanına tuttu.


Okul mokul da bitti. Sıkıcı yaz günleri geri döndü. ÖSS sonuçlarının açıklanmasından, üniversitedeki ilk senesini bitirene kadar; her anını bok varmış gibi blog vasıtasıyla canlı olarak size yayınladı Sinan. Bugün 16 Temmuz 2009. Bir sene oldu. Yayınlamaya devam edecek. Facebook'tan mesajlar yağdırmayı sürdürecek. Kaçamazsınız olm. Kurtuluşunuz yok benden.


s.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Otobüs..


Zannedersem hepiniz otobüse binen insanlarsınız. Otobüs dediğim, şehir içi otobüsler canım. Toplu taşıma araçları. Belediye otobüsü. Onlardan işte.

Ben de biniyorum efendim. İzmirli olanlar bilir; burada iki esas otobüs vardır. Biri 169, diğeri ise 121. Diğer otobüsleri kullananlar lütfen bu lafıma alınmasın, biraz objektif olsun. Gelin itiraf edelim, en popüler iki otobüs bunlar işte. Ben de muhitim itibarıyla bunlardan 169 olanını sıklıkla kullanıyorum. 

169'un ve 121'in yolcu kitlesi; izledikleri güzergâh itibarıyla diğer otobüslere nazaran daha "genç" oluyor. Misal bir 169, öncelikle "İzmir Ekonomi Üniversitesi"nden boya küpü hanımları ve beyleri toplar, yol üstünden "Alsancak"a gezmeye giden gençleri bünyesine katar. Dersaneye giden ortaokul ve lise öğrencileri de her zaman 169'dadır. Gördüğünüz üzere yaş ortalaması oldukça düşük. 121'in güzergâhı da hemen hemen benzer aşamalardan ibarettir, tek farkı karşıdaki yakada yer almasıdır, bu yüzden iki otobüsün yolcu kitlesi oldukça örtüşür.

Her neyse, sadede gelelim. Esas anlatmak istediğim şey, bu toplu taşıma serüvenlerimde kendi adıma girdiğim ilginç tripler, mânâsız düşüncelerdir. Biraz daha açalım. Benim için ortalama bir toplu taşıma serüveni durakta başlar. Durağa gelir gelmez, hemen çevremdeki insanları incelemeye başlarım. Dediğim gibi, yolcu kitlesi genelde bizim gibi gençlerden oluştuğu için mutlaka durakta "kendimi beğendirmeye çalışabileceğim" bir dişi vardır. "Nasıl yani?" demeyin. Bir dinleyin önce. İşte ben; o duraktaki "hoş kız"ı bulurum, ona yakın bir noktada beklerim otobüsü. Gerilirim, kasılırım, bir şeyler yaparım. Arada kızı incelerim bakışlarımla. Yüzde doksan dokuz oranında kız orada olduğumun farkında bile değildir.

Otobüsümüz gelir. Bineriz. Otobüs şartları elveriyorsa, kızın yanını asla kaptırmam. Elverişli değilse, ki çok yüksek bir ihtimaldir, kıza yakın bir noktada yerimi alırım. "İşte" derim, "Bu yolculuğumuzun hoş kızı da bu." Benim için her yolculukta böyle bir kız olur. Ortalama 15-20 dakika süren yolculuğumuzda kızı izlerim ve "kendimi ona beğendirmeye çalışırım" resmen!

Bu noktada gözden kaçırdığım nokta şudur; İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin tahsis ettiği bu ESHOT Belediye Otobüsleri'nin onlarca yıllık tarihinde, hiçbir zaman durakta ya da otobüste yeni bir aşk doğmamıştır, doğmayacaktır da. Otobüs, sadece bölge insanlarını toplu halde bir yerden bir yere taşımayı amaçlayan bir belediye hizmetidir. Bu gerçeği gözardı ederek yaşadığım yüzlerce otobüs yolculuğunun da sonu hep aynıdır. Ya "Otobüsün hoş kızı" benden önce iner, ya ben. Ya da aynı yerde iner, farklı istikametlere doğru yola çıkarız. "Hoşçakal" derim içimden bu yolculuktaki bir daha hiç görmeyeceğim sevdiceğime.

Olm neler diyorum lan ben? Neler yapıyorum? Sapık değilim ben ha. Valla. O kızların da hiçbirini gerçekten sevmedim, hepsi tek otobüslük ilişkilerdi. Burada samimi hislerimizi paylaşıyoruz, arkamdan atıp tutmayın ha. Lütfen. Cık. Neyse esen kalın efendim.

s.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Dondurma..

İki farklı dondurma hikâyesi.

Hikaye 1. Çocuk dondurma alıyor.



"Bi tane sade çikolatalı abi bi milyonluk."

***

Hikaye 2. Ben dondurma alıyorum. En azından planlıyorum.



"Hmm. Lan aslında uzun zamandır açık dondurma yemiyorum ha. Algida almayayım bu sefer, sade çikolatalı alayım şuradan. Yalnız 'Sade çikolatalı' dersem adam yanlış anlayabilir lan. Hani 'Sadece çikolata olsun başka bir şey olmasın' gibi. Ne desem? 'Sütlü çikolatalı' desem aynı mantık. Sütlü çikolata yani. 'Siyah-Beyaz' desem? Yok lan o ne öyle çocuk gibi. Hah 'Çikolatalı sade' diyeyim lan. Yok o da aynı şey aslında. Off. 'Çikolatalı olsun, bir dee hmm sade olsun, sütlü. İkisi birden yani.' gibi bir şey derim anlar ya. O değil de, kaç para lan acaba bu dondurmaların standardı? Bayağı oldu açık dondurma almayalı, eskiden 'Bir milyonluk' falan diyordum da, şimdi nasıl oluyor acaba? Şimdi gidip saçma sapan bir şey söylememek lâzım. 'Üç milyonluk' falan desem, o da çok mudur acaba? Sonuçta Magnum bile iki falan. 'Bir milyonluk' desem de sanki param yokmuş da az alıyormuşum gibi bir konuma düşme riski var. Offff. Skerim böyle işi ya gideyim Cornetto alayım ben." 

s.

7 Temmuz 2009 Salı

28 Haziran 2009 Pazar

Teknoloji..


Teknolojiye gerçekten aklım ermiyor. Fen bilimleriyle hiç alâkam yok. Sürekli yeni bir şeyler çıkıyor. Anlamıyorum. Her ne kadar seksen iki yaşında gibi konuşsam da, sizlere bu meramımdan bahsetmezsem olmayacak.

Televizyon, bilgisayar, internet, Wii falan. Henüz bunlara gelemedim. Benim için en başta yanıt bulması gereken soru, atari tabancasıydı. Yaklaşık on sene önce hiçbir şeyi sorgulamadan kullandığım bu tabancanın çalışma prensibini daha sonra uzun yıllar merak ettim. Hep bu soruyu içimde taşıdım. Hogan's Alley gibi, Duck Hunt gibi birbirinden zevkli oyunlar oynamamıza olanak veren bu teknolojinin sırrı neydi? Nasıl oluyordu da algılanıyordu atışlarımız ekranda. Nasıl yani? Dost meclislerinde bu konuyu çok tartıştık. Her ne kadar "İşte ışığı alıyor oradan geri aktarıyor uzaya gidiyor iki tur atıp geliyor." gibi kendi çapımızda son derece mantıklı çözümler ürettiysek de, bu teknolojinin Sabah'la kırk değil, otuz değil, sadece yirmi kupona sahip olunacak bir şey olmadığı gerçeği çıktı karşımıza.

Nihayet yaklaşık bir hafta önce, bu bilinmezlikten kurtulduk, sorumuzun cevabını aldık. Eminim siz ekran başındaki okurlardan da bu teknolojiye akıl sır erdiremeyenler vardır, bu yüzden sizlere de kısaca özetlemek istiyorum anladığım kadarıyla: Efendim o tabancının içinde renk sensörü varmış. Ateş ettiğimiz an ekranda hedefin rengine isabet ettirirsek, atışı başarılı sayıyormuş falan. Şimdi ben anlatamadım tam ama, mühendis arkadaşlar falan anlamıştır benim derdimi. Öyle çalışıyor işte. Ama bu kez de şöyle bir soru çıktı karşıma, bunu cevaplayabilecek olanlardan yardım bekliyorum: Şimdi hani renk şeysi var ya bunda. Heh. Misal ben şimdi Duck Hunt oynuyorum, ördek vuruyorum falan. Ben gidip yandaki televizyonda ördek rengi bir alanı vursam o ördek yine ölecek mi? He? Nasıl oluyor lan bu işler ben niye anlamıyorum?!

Neyse bir de şeyler var hani; kızılötesi, Bluetooth falan. Bak dikkat ettiyseniz küçük ayrıntılar peşindeyim. Sanki atariyi anladım da tabancasını merak ediyorum. Sanki cep telefonunu çözdüm de Bluetooth'u eksik kaldı. Gitmeden bir de onu araya sıkıştırayım. Lan nasıl oluyor o iş ya? Böyle şarkı atıyorum bir telefondan diğerine gidiyor falan, kablo yok bir şey yok. Nasıl oluyor lan o öyle. Havadan gidiyor şarkılar falan şey oluyor. Hehehe. Hadi esen kalın bakayım.

s.

26 Haziran 2009 Cuma