30 Mart 2010 Salı

Rüya 3: Marlon, Vivien & Ben..


Efendim ödev teslimlerine, sınavlara ramak kala, ders çalışmam gereken yerde, ben "Skerim böyle işi." diyerek 5 günlük mânâsız bir İzmir seyahati yaptım. Dün gece güzide seyahat firmalarımızdan "Anadolu"nun 23.00 otobüsüyle Ankara'ya doğru yola çıktım. Bileti daha önceden online olarak satın alan bendeniz; gerizekalı olduğum için, orta kapının önündeki koltukları seçmek niyetiyle orta kapının arkasındaki koltukları seçmişim. "Ee ne var lan bunda?" diyenler için, satın aldığım koltuklarda ayakları öne uzatmanın imkanı olmadığını belirteyim.

Hâl böyle olunca, bana sıkıntılar bastı. Uyku haram oldu. Uşak vilayetine kadar gözümü kırpmayan ben, mola yerinde içtiğim yayık ayranın etkisiyle, dönüşte kendimi rüya aleminin dehlizlerinde buldum. 

Rüyamızı siyah-beyaz olarak film tadında gördüğümüzü baştan belirteyim. Rüyamızın başrollerinde ise beyaz perdenin ağır topları Vivien Leigh, Marlon Brando, bir de ben varım. 

İlk sahnede henüz Marlon ortalarda yok. Bizse Viven Leigh ile birlikte yine şehirlerarası bir otobüste Ankara'ya doğru ilerliyoruz efendim. Koridor tarafında ben, pencere kenarında ise Vivien var. Daha doğrusu Vivien'in ayakları var, suratı yok. Tıpkı yukarıdaki gibi. Yolculuk esnasında ayaklarımı uzatamayan ben, muhtemelen bu olaydan çok etkilendiğimi ve durumun bilinçaltıma bu şekilde girdiğini tahmin ediyorum. Neyse. Sessiz geçen yolculuk esnasında muavinin "Kaptan binecek var." sesiyle irkiliyoruz. Otobüs yavaşlıyor, "Psssssss." sesiyle kapılar açılıyor. Ağır adımlarla otobüse binen, Marlon Brando'dan başkası değil. 

Bir Marlon Brando düşünün ki 23 otobüsüyle AŞTİ'ye gidiyor dostlar. Bir Marlon Brando düşünün ki muavine "Bu topkeklerin meyvelisi yok mu yeğenim?" diye soruyor, elindeki Türkmensu(c) marka suyu yudumluyor. Mola yerinde inip tuvalette "Yine kabız olmuşuz mnakii, hava değişiminden oluyo hep." diye düşüncelere dalan bir Marlon Brando düşünün lütfen. İşte o Marlon, bizimleydi otobüste. Kendisiyle selamlaşmamızın ardından, Vivien ve benim oturduğumuz koltukların hemen önüne, koridor tarafına yerleşti. Muavinden su istedi. Etrafı izledi. "Yanımız da boşmuş iyi yayılırız." diye düşüncelere daldı belki de.

Yolculuk sürerken, ben Vivien Leigh-Marlon Brando ikilisinin 1951 yapımı "A Streetcar Named Desire" adlı filmde başrolleri paylaştığını, birbirlerini gayet iyi tanıdıklarını birden fark ettim. Lakin Vivien'in ters oturuşundan olacak ki, Marlon otobüste yalnızca beni selamlayarak yerine geçmişti. Hemen dürttüm önümdeki Brando'yu. "Abi" dedim, "Vivien abla da burada, ona da merhaba de istersen, görmedin herhal."

Yanılmıştım. Marlon kulağıma eğildi. "Olm ayakları kafa yerinde olduğu için yengenin kafası da benim yan koltuğun altından çıkıyor. Bağladım manitayı öpüşüyoruz biz burada." diye durumunu anlattı bana. İçimden "Vay çakal." diye geçirdim, "Tamam abi keyfine bak sen." diyerek döndüm önüme.

Saat 7 sularında uyandığımda; ne Marlon ne Vivien oradaydı. Pencereden Başkent Üniversitesi'nin sarı otlarla kaplı kampüsünü gördüm. İleride oturan bir amca, "Vişne suyu var mı yeğenim?" diye haykırdı. Zor bir gün beni bekliyordu.

s.

27 Mart 2010 Cumartesi

The Last Temptation of Sinvegur..


Nereden bilebilirdim ki başıma gelecekleri, dün gece 22 sularında Scorsese'nin 88 yapımı filmini açarken? Seçilmiş kişinin ben olduğumu, girdiğim bu yoldan hiçbir şekilde dönemeyeceğimi, filmi izlemeyenler adına kendimi kurban etmem gerektiğini nereden bilebilirdim?

İşte böyle hiçbir şey bilmeden bastım "The Last Temptation of Christ.avi" dosyasına. Tipik bir Scorsese şaheserine benziyordu uzaktan. İki saat Kırk Üç dakikalık destansı bir sinema şöleni beni bekliyor olmalıydı. Goodfellas, Raging Bull, Taxi Driver, Shutter Island... Ne de olsa bu güzide eserlerin hepsi birer Scorsese yapımı değil miydi?

İlk 15 dakikayı geride bıraktığımda, yavaş yavaş kafamda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Jesus geliyor, Judas gidiyor, birtakım insanlar bir şeyler yapıyor... Neler oluyordu ulan filmde? Gerek filmin uyarlandığı romana, gerekse İncil'e olan yabancılığım; filmin içine girmemi engelliyordu. İşte tam bu sırada filmi kapatmam gerekirdi. Bu Scorsese yapımından bana hayır gelmeyeceği belliydi. Olmadı, yapamadım, "Hadi" dedim, "Belki ilginçleşir."

Nasıl ilginçleşsin ki a dostlar? Bizim İsa oradan oraya koşturuyor, dirliği düzeni sağlamaya çalışıyordu. Ara sıra başına gelen fantastik olaylar, duyduğu gaipten sesler, onun seçilmiş kişi olduğunu kanıtlıyordu. Lakin İsa da insandı. Onun da hisleri vardı. "Tanrım beni seçme be. Ben de çoluğa çocuğa karışayım, efendi gibi yaşayayım istiyorum. Böyle zaar gibi dolandırarak tüketme şu tatlı canımı. Başkasını peygamber seç onu kurban et gözünü seveyim." diye yalvarıyordu. Filmin olayı da buydu zaten. Can Dündar'ın "Mustafa"sı misali; Jesus Christ'ı değil de Jesus'u anlatıyordu film. Bu açıdan çok tepki çekmiş zaten. Hadi Mustafa'yı geçtim, bu adam koca peygamber bir de, çeker tabii tepki.

Filmin ilk saati geride kalırken, ben de başladım o gaipten sesleri duymaya. Bu filmi sonuna kadar izlemem gerektiğini, insanlık için bunu yapmam gerektiğini emrediyordu sesler. Lakin ben de insandım. Benim de hislerim vardı. Uykum da vardı tabii. "Tanrım bırak beni yatayım uyuyayım, Scorsese mcorsese dedik hata yaptık, bir de sen vurma." diye yalvardım. Ne yazık ki çabalarım sonuç vermedi. Kapatamadım filmi, bir güç beni engelledi. Devam ettim izlemeye. İki saati devirmiştim hiçbir şey olmayan filmde. Son yarım saate girerken, İsa bir hayal alemine gitti sevgili okurlar. Dağlara bayırlara çıktı. İşte tam da o esnada, ben de gittim onunla. Uykuya yenik düştüm. Rüyalar dehlizinde uzun bir seyahate çıktım....

Uyandım. Ekrana baktım. İsa da uyandı bu hayal aleminden. 10 saniye sonra da film sona erdi, "Directed by Martin Scorsese" yazısıyla karşı karşıya kaldım. İsa kurban edilmişti, tıpkı benim gibi. Yüzünde bir tebessümle ayrıldı bu fani dünyadan. Ben de bir tebessümle kapattım bilgisayarı. Yarım saati kaçırsam da, bitirmeyi başarmıştım bu filmi. Nefsime hakim olmuştum. Seçilmiş kişi olduğum ortadaydı. Huzurla uyudum, göçtüm gittim bu diyarlardan.

s.

17 Mart 2010 Çarşamba

Kan..


Efendim son derece rutin bir gün geçirmişim. Akşamına spora gidip 85 tane adamın arasında "Hmpfs. Hmpfs." diye abanmışım. Sıcak bir banyo yapıp, bilgisayarın başında boşa vakit geçiriyorum. "Hmm Inter-Chelsea maçı kaç kaç acaba." diye mânâsızca dolanıyorum bir siteden diğerine. Kısacası yatana kadar benim oradan kalkmam için, cidden rahat batması gerekiyor. Batıyor da zira. Kızılay ekibinin aşağıda hazır bulunduğu ve gönüllülerden bir ünite kan aldığı haberi geliyor kulağıma. "Ulan Livescore'u refresh edeceğime bir boka yarayayım lan." diye düşünüyor, kan vermeye aşağı iniyorum.

Aşağıda karşılaştığım görüntü ne yazık ki beni şaşırtmıyor. Kan bağışında bulunmaya hazırlanan tek tük adamlar, ellerinde başvuru formlarıyla "Ikhıkhı ıkıhıhı olm hayat kadınıyla ilişki kurdun mu diyor bak üç ay içinde ıkhıkhı ıhkhıkı." şeklinde şakalaşıyor. "Beleşe hayır diyenin zihnine turp sıkarım." felsefesini şiar edinmiş birkaç adam da, Kızılay'ın getirdiği Çokoprens ve meyveli sodalara abanıyor. Formu alıyorum, dolduruyorum. Kağıt üzerinde kan vermeme engel teşkil eden hiçbir şey yok. Sıraya geçiyorum. Doktorun karşısına oturuyorum tansiyonumu falan ölçsün diye.

Tam bu esnada "Bi soluklanak ya." diye giden Doktor Bey'in yerine, genç bir hanım geliyor. Tansiyonumu ölçüyor. Tansiyonumun düşük olduğunu, ayran içersem bu sorunun üstesinden gelebileceğimizi belirtiyor. "Peki." diyorum. İçimden "Hay skicem arkadaş akşam akşam." diye geçirerek bir kutu ayranı içiyorum. Döndüğümde hanım kızımızın gittiğini, Doktorun geri döndüğünü görüyorum. "Ayrana tuz ektin mi?" diyor. "Demediniz öyle bir şey." diyorum. "Ek ek." diyor. "Peki." diyorum. Bu kez daha ağır küfürler ede ede ikinci ayranı içiyorum, tuzlaya tuzlaya. Resmen kanımızla rezil oluyoruz. Neyse. Tansiyonum normal seviyeye geliyor. Yedi sene tıp fakültesi okumuş, bu uğurda saçlarını dökmüş olan Doktor Bey de "Son üç ayda vukuat yok di mi hayat kadınlarıyla filan ıshsıhsıhsıhı." esprisini yapıp, başvurumu onaylıyor.

O güne kadar kan vermemiş olan ben, bu işlemin enjektörle yapılan bir işlem olduğunu zannediyorum mal gibi. Böyle alacak kanı birkaç saniyede, hoop kalkıp gideceğiz zannediyorum. Lakin yan tarafımdaki çocuğun bir tüp dolusu kanının aheste aheste çekkildiğini görünce, biraz irkiliyorum. İliği kemiği kurumuş çocuk beni "Ulan insanlara can veriyoruz iyi hoş da, kendi canımızdan olmayalım lan. Bi punduna getirip bütün kanımızı çekmesin bu lavuklar." tadında düşüncelere gark ediyor. "Neyse olan oldu, o kadar ayran içtik." diyor, kendimi Türk hekimlerine emanet ediyorum.

10 dakika kadar çekiyorlar kanı. Fazla bir ağrı sızı yok. Güzel. İşim bitiyor, kalkıyorum. Masaya oturup Kızılay'ın ikram ettiği vişneli gazozu ve Çokoprens'i fütursuzca tüketiyorum. "Bu kanınızla üç kişi hayat bulacak." diyorlar, hoşuma gidiyor. Yanımda form dolduranlara "Üç ay içinde hayat kadınıyla olduysan yalnız olmuyor ıkhıhkhsıhkshı." diye takılıyorum ağzımdan kırıntılar saça saça. Maçı da Inter kazanmış 1-0.

s.

1 Mart 2010 Pazartesi

Socrates..


Mâlum bu dönem felsefe dersim var. Ben de sabah oturmuş, ilk hafta küçük deftere yazdığım notlarımı büyük bir hevesle tertemiz, yepyeni defterime geçiriyordum. Konumuz da Socrates falan.

Şimdi şöyle ki; Socrates, zamanında Atina taraflarında ikamet ederken, "Ulan" demiş, "Mal gibi yaşıyoruz yemin ediyorum. Ne lan bu? Bundan böyle kendimi ilme adıyorum." Buraya kadar ilginç bir şey yok. Zira bu tarz şeyleri ben de düşünüyorum sık sık. Misal Facebook'ta sağ üstte bir "Suggestions" kısmı var, bilirsiniz. Tanıma ihtimaliniz olan insanları listeleyen faydalı bir uygulama. İşte ben de bazen kendimi, orada çıkan lüzumsuz insanları çarpıya basa basa geçerek "Acaba bir ekmek çıkar mı?" umuduyla bakınırken buluyorum. Ben de o anlarda tıpkı Socrates gibi "Ulan" diyorum, "Mal gibi yaşıyoruz yemin ediyorum. Ne lan bu? Bundan böyle kendimi ilme adıyorum."

İlginç olan nokta şurada başlıyor: Socrates kendini ciddi ciddi ilme adıyor. "Hayatın zevklerine de, karıya kıza da lanet olsun. Bundan böyle şehre inip zaar gibi dolaşıcam, millete hayatın anlamını sorgulatıcam." gibi ulvi bir amaç ediniyor kendine. Tabii böyle şehirde dolanıp "Şşt birader bi bakıcan mı? Arkadaşım bişey sorucam gelir misin?" diye insanları darlayınca, Atina polisi gözaltına alıyor bizim Socrates'i. Çıkartıyorlar mahkemeye; yok efendim sen niye milletin huzurunu kaçırıyorsun, yok efendim elalemin karısında kızında mı gözün var. Başlıyorlar bizim Socrates'i karalamaya. Socrates de ünlü savunmasında "Allah belanızı versin, öldürün lan beni kaçmıyorum sizden." diyor, kendini bu pis adalete teslim ediyor. Tabii böyle benim anlattığım gibi demiyor. Bin bir türlü şey geçiriyor kafasından. Nedenleri var. Bu nedenleri de dostlarıyla yaptığı uzun konuşmalarında görüyoruz.

Crito: Dostum Socrates, yaptığın yanlış, bu adamlara teslim olma.
Socrates: Sorarım sana Crito, bu dediğin "onurlu yaşam"a uygun bir şey mi? İyi bir hayat yaşayıp ölmek mi daha önemli, yoksa kötü bir hayatı sürdürmek mi?
Crito: Doğru diyorsun.

Ben de Socrates gibi cahil olduğumu düşünüyorum, lakin akabinde kendimi ilim irfana adayamıyorum ne yazık ki. Anca gaza gelip Facebook'u kapatıp 1-2 saat kitap karıştırıyorum. Sonra aklıma "Acaba yeni bir notification var mı?" gibisinden şeyler geliyor, yeniden açıyorum. İşte bu yüzden düşünsel açıdan bir Socrates kadar gelişemedim zannedersem. Benim dostlarımla olan diyaloglarımı inceleyecek olursak, Socrates'inkilerden oldukça farklı.

Arkadaş: Altıncı hakem koymuşlar oraya adam diye, iki metreden penaltıyı göremiyor. Skmişim öyle uygulamayı o zaman.
Ben: Ya iyi de Caner'in yaptığı da gerizekalılık sonuçta. Resmen bile bile attırdı kendini. Amatör lig mi ulan bu, UEFA'da oynuyorsun yani sonuçta.
Arkadaş: Doğru diyorsun. 

Al işte. Adam onurlu bir yaşamı sorgularken, ben Galatasaray'ın Atletico Madrid karşısında aldığı mağlubiyetin nedenlerini sorguluyorum. Herif "Açıklanmamış bir hayat manasızdır." düsturuyla hareket ediyor, bense on gündür "5800 alsam mı ya, dokunmatik ekranı zor gibi ama telefon güzel be hafız." diye dolanıyorum.

Off lan. İnsanlığımdan tiksindirtti Socrates akşam akşam. Neyse ki güzel bir lafı var kendisinin: "Cahilliğin farkına varmak, bilgeliğin başlangıcıdır." Ben de görüyorsunuz ki lavukluğumun son derece farkındayım. Demek kii, bilgeliğin de başındayım hacı. Biz de böyle teselli buluyoruz işte. Ehehe. Neyse ben bir Hepsiburada'ya bakıyorum, 5800 fiyatları ne alemdeymiş acaba. Çok düştü diyorlar bu ara. Haydi görüşürüz!

s.