18 Haziran 2009 Perşembe

Kaleci..


Daha önce sizlere olmayan sporcu kişiliğimden pek çok kez söz ettim. Rekabet gerektiren, takım oyununa dayanan aktivitelerde başarısız olduğumu vurguladım. Gerek basketbolda, gerek futbolda, gerekse diğer branşlarda istediğim noktaya gelemediğimden dem vurdum üzülerek. Ancak ortaokul yıllarımda veda ettiğim bir aktiviteye; yine, yeniden, yavaş yavaş dönmenin mutluluğunu paylaşmak istiyorum sizlerle: Futbol.

Basketbol geçmişimden bahsetmiştim sizlere, tam şurada. Futbol hayatım ise, maalesef o kadar bile profesyonel değil. Ben kaleciyimdir. Durun dostlar hemen yanlış anlamayın, futbol oynamayı bilmeyenlerin kaleye geçirilmesi gibi bir şey değil bu. İyi kaleciyimdir haa. İlkokul sıralarında başladım kaleciliğe. O zamanlar ciddi bir tesis ve malzeme sorunumuz vardı. Kale olarak "Basket potasından çöpe kadar.", "Şu iki taşın arası işte." gibi çözümler üretirdik. Topumuz ise bildiğiniz 330ml kola kutusuydu. Hâtta bazı zamanlar çöpten kola kutusu bile bulamayıp, "Tamek Şeftali Nektarı"yla mücadele verdiğimizi söyleyeyim de, anlayın halimizi. Tüm bu sıkıntılara rağmen, mücadeleden vazgeçmedik. Oynadık. Yeri geldi "Gol atan kaleye" adlı oyunu oynadık, yeri geldi "Dokuz Aylık".

İşte futbol hayatım böyle başladı. Ortaokula geçtiğimizde bir nebze olsun kalite getirdik oyunlarımıza. Örneğin artık top yerine kola kutusu kullanmak durumunda kalmıyorduk. Kırtasiyeden satın aldığımız "Kames" marka toplarımız vardı. Hem de bir değil, iki değil, tam üç katlıydı bu toplar! Yani, olur da diken gibi bir şey batar da delerse topumuzu, telaşa mahâl yoktu. Kames teknolojisi, ikinci katı anında devreye sokuyordu. Topta aranan bir diğer özellik ise, uçmamasıydı. Top uçarsa, hafiftir. Top uçarsa, yamuktur. Uçan topla maç olmazdı. Peki ya nasıl anlaşılacaktı bu durum. Valla arkadaşlar topu havaya atıp tutuyorlardı, anlıyorlardı. Ben çözemedim o işi. Zaten üç gün önce kutu kolayla maç yaparken, şimdi Kames'in teknolojisini sorgulamak bana hep mânâsız gelirdi. Geçmişimi hiç unutmadım.

Dediğim gibi, iyi kaleciydim. En azından maç esnasında "Helâl lan süper kurtardın." gibisinden tepkiler alabilecek kadar iyiydim. Sonra liseye geldik. Lisede futbola dört senelik bir ara verdim resmen. Evet. Bunda lisedeki arkadaş grubumun etkisi büyüktü. Ne bileyim, hiçbirimiz futbol tutkunu insanlar değildik. Bu yüzdendir ki 2004-2008 yılları arasında yeşil sahalara geçici bir veda ettim.

Geldik üniversiteye. Üzerimde yılların hamlığı var. Ancak bir gün oldu ki, "Halı saha maçı yapalım." sesleri yükseldi. Oradaydım. Yukarıda okuduklarınız film şeridi gibi geçti aklımdan. Gözlerim doldu. "Sinan sen oynar mısın lan?" dediler. "Oynarım." dedim buğulu gözlerle, "Kaleciyim ben."

Dediğim gibi, o gün bugündür yavaş yavaş futbol alemine dönüş yapıyorum. Bir zamanlar iki taş arasında kutu kolayı yakalamaya çalışan ben, şimdi lüks halı sahamızda spot ışıklarının altında takımımın file bekçiliğini yapıyorum. Takım arkadaşlarımı alkışlıyorum eldivenlerimle "pat pat" diye. "Çok güzel beyler devam devam devaaaağm!" diye anırıyorum. "Beyler ön direeeeğğk." diye çığırıyorum. Hata yapan defans arkadaşlarıma sağ elimi yumruk yapıp ileri doğru savurarak "Allah belanızı versin." hareketi yapıyorum. Geri döndüm. Henüz performansımın yüzde otuzunu ortaya koyabiliyorum. Gerçek Sinan'ı daha izlemediniz. Gün geçtikçe daha iyi olacağım. Akıllı olun.

s.

4 yorum:

ahmet dedi ki...

kalede sinan varsa , sorun yok.

s. dedi ki...

ahmet pas vermezse, sorun var :D

Adsız dedi ki...

evet orta okul yıllarında gerçektende iyidi.Bi geri pas vermiştim sen kaledeyken tutamadın gol olmuştu.Üniverstedeki kalecilik hayatınla bu hikayeyle bitmiş olur:D

Tuğrul

s. dedi ki...

oha lan nereden hatırlıyorsun. senin hatandır kesin :D