
Naber? Geçen yazıda seçim meçim dedik sıkıldınız beğenmediniz tabii di mi. Neyse artık. Bugün Akademi Ödülleri'nin arifesinde, sinema konusuyla karşınızdayım. Hepimizin aşina olduğu bir konuyla.
Tabii hepimiz aşinayız da, Pazartesi ve Perşembe günleri aşinayız sadece. Bu iki kutsal günde, iflah olmaz sinemaseverlere dönüşüyor, sinema salonlarına kültür açlığıyla akın ediyoruz. Sinema salonlarının önünde elimizde telefon, "Olm Murat'ı arasana lan Murat'ın vardır şifresi.", "Alo Ceren şifreni alabilir miyim ya sinema... Hı tamam sorun değil." gibi diyaloglar yaşıyoruz. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden; Gnctrkcll sayesinde bu neşe katarına dahil oluyoruz.
Bu noktada sinema işletmecilerine sesleniyorum. Biletlerinizi neden Migros fişi gibi veriyorsunuz? Eski, güzel sinema biletlerimiz nerede? En son sinemaya gittiğimde sinema biletini umursamaz bir tavırla buruşturarak çöpe attım ve yer gösterici ablayla ufak çapta bir kriz yaşadım. Ben ve benim gibi mağdur olan mal sinemaseverler adına sesleniyorum, yapmayın.
Sinemaya girdik. Reklamlar. Ben bu kısmı çok seviyorum. "Abi yirmi dakika reklam izledik yeeeaaa." diyenleri de anlamıyorum. Eğlenceli bence. Ama ara sıra değiştirmek lazım bence. Mesela artık patenleriyle türlü engelleri aşarak bara gidip Miller birasını yudumlayan adamı görmekten çok sıkıldım. Ya da bidonlarla, anahtarlarla ahenk içinde müzik yapan birtakım insanların rol aldığı "Dolby Digital" reklamı. Biraz değişiklik. Lütfen.

Reklamlar bitti, fragmanlar başlamak üzere. Gelecek program. Fida Film. Ve Fida Film Müziği. Hepiniz biliyorsunuz. Ama bir de uzayın derinliklerinde ortaya çıkan bir "Özenfilm" yazısı var ki, bilmem rastlıyor musunuz. Ben sinemaya gittim gideli orada. Uzayda.
Fragmanlar da bildiğiniz gibi. Bir romantik komedi, bir aksiyon, bir animasyon kâfi. Sonra film başlıyor. Film aşamasına dair söyleyecek pek bir şey yok. Önümüzden falan adamlar geçiyor, perdede gölgelerini görüyoruz, sinirleniyoruz. Cep telefonu ışıkları görüyoruz. Arka koltukta yiyişiyorlar. Film bitince, ışıklar yanınca, jenerik akmaya başlıyor. Işık sorumlusu falan. Şimdi burada sinema ikiye ayrılıyor. Birincisi paltosunu alıp film hakkında konuşa konuşa çıkışa doğru ilerleyenler. Diğerleri de pürdikkat, müthiş bir ciddiyetle perdede akan binlerce ismi izleyenler. Soytarılıktan başka bir şey değil. Kimse kusura bakmasın. Hani yönetmeni merak edersin, ya da eşin dostun görevlidir filmde, bakarsın. Ama kimse bana "Işıkçıyı merak ediyorum ne var?" demesin a dostlar.Çıktık. Bitti işte. Bu kadar. Sadece ortalama bir sinema aktivitesini betimlemeye çalışmaktı zaten amacım. Bir nebze olsun hoşunuza gittiyse, ne alâ. Ben gidiyorum. Esen kalın. Öpüyorum hepinizi.
s.
Hafızamı ne kadar zorlasam da, aklımda önemli yer etmiş ilk seçim; 3 Kasım 2002 genel seçimleri. Gerçekten çok renkli bir dönemdi. Çünkü Cem Uzan vardı. Star Tv'de bir şampiyonlar ligi maçının arasında beyaz gömleğiyle ortaya çıkmış, “İş adamı kimliğini bir kenara bırakıp siyasete atıldığını” söyleyerek milyonları sevince boğmuştu. Star sağolsun, o dönemde Cem Uzan'ın yaptığı hiçbir şeyi kaçırmadık. Gazetesiyle, televizyonuyla adeta seferber oldular biz hiçbir şeyi kaçırmayalım diye. Star gazetesinin manşetlerini her gün beş yüz puntoluk “Cem Uzan Çankırı'da on binleri coşturdu.”, “Durduramazsınız, Türkiye geliyor!” haykırışları süsledi. Gazetenin Pazar günleri Cem Uzan posteri verdiğini de düşünürsek; o dönemlerde Uzan kustuğumuzu herkes anlayacaktır. Ancak ne yazıktır ki “Bir şirketle Amerika'yı dolandırdı, başbakan olsa kim bilir neler yapacak ehe mehe.” sözleriyle girilen bu seçimde, Genç Parti barajı aşamadı. Genç Parti'nin 2007 seçimlerindeki stratejisinin de yine Şampiyonlar Ligi maçları esnasında alta “Mazot 1 Lira olacak.” şeklinde bir banner koymaktan ibaret olduğunu ise sanırım hepiniz hatırlarsınız. Neyse. En renkli siyasi karakter Cem Uzan olduğu için ondan bahsetmek istedim.


Yolculuktan önce sinirli muavin bavulları bagaja yüklüyor. Çok stres bir durum. Bağırıyorlar. "Şey bir de şu bavul var ona da bagaj fişi alayım ehe mehe." demeye kalkıyorsun, terler içinde "TAMAM ABİCİM EVET GÖRDÜM KOYUCAM. EVET TAMAM. HRGRGH." şeklinde tepkiler geliyor. Bu zorlu aşamadan sonra otobüse biniyoruz. Perdelere bakma, ön koltuğun arkasındaki yiyecek koymak için düzenlenmiş paneli indirip kaldırma gibi mânâsız hareketlerin ardından motor çalışıyor ve muavin arkadaşımız eline mikrofonu alıyor. Şimdi buradan otobüs firmalarının yetkililerine sesleniyorum. Bu muavin arkadaşlara çok komplike cümleler söyletmeye çalışıyorsunuz, olmuyor, beceremiyorlar. "Ssayn yolcularms. Yaklaşk doks saat sürecek yolculuğms başlamştr. Yolcluk esnasında cep telefonlarnın açk bıraklmaması fren sistemini bozduğndan. Ee. İyi yolculuklar dilers." şeklinde kestirip atıyorlar. Bunlara gerek yok, lütfen.
Artık yolculuğa tam manasıyla konsantre olduk diyebiliriz. Koltuğu arkaya yatırabiliriz. Gece yolculuğuysa güzel. "Hıneeeağağğğee." diye anıran bebeklerin, kükrercesine horlayan teyzelerin olmadığı bir ortamdaysak; uyuma şansımız biraz olsun var. Ama gündüz yolculuğu? Hele bir de benim gibi otobüste bir şey okuyamayan insanlardansanız, tam anlamıyla bir işkence. Bir yanda siz, bir yanda sapsarı otlar, ayçiçekleri, parlayan güneş, bol uydu antenli gizemli villalar, atlar, inekler... Sanıyorum ülkemizin dörtte üçü sarı otlardan oluşuyor. Sizin için her otobüs yolculuğunun kaçınılmaz pencere görüntüsünü yukarıda resmetmeye çalıştım, umarım hoşunuza gider.
Molalar? Gece yolculuğundaysanız bu bir dezavantaj kanımca. Çünkü gecenin üç buçuğunda biraz uykuya dalmışken bir anda otobüsün yavaşlaması, ışıkların yanması, muavinin yeniden mikrofonu kaparak "Ssayn yolcularms Afyon dinlenme tesslernde yarm saat mola vereceğis, değerli eşyalarnz güvenlik açısından bırakmaynss. Ee. İyi yolculuklar." diye acı acı çığırması bence hiç hoş değil. Yine de gece de olsa gündüz de olsa otobüsten iniyor, dinlenme tesislerinin büyüleyici atmosferine kaptırıyoruz kendimizi. Cevizli sucuklar, pişmaniyeler, kancalı oyuncak aletleri, masaj koltukları... Tam anlamıyla bir lunapark burası. Hemen tuvalete gidiyoruz, yüzümüzü yıkıyoruz. 4-5 saat yol gidenlerde bile bu tribi hep görüyorum. Kendinden geçercesine yüz yıkamak, derin derin nefes almak. Ne oluyor lan, sanırsın çölde vaha bulduk. Neyse. Buranın bir diğer değişmez geleneği ise markete dalarak "Halley" gibi birtakım gereksiz abur cuburlar satın almak. Bir de devamlı anons yapan ve hiçbir dediği anlaşılmayan o kadına da değinmeden geçemeyeceğim. Her zaman orada. "Saat 23.00 yolcuları ainihinighiniihni." diye sesler çıkarıyor, anlam veremiyorum. Bitti mola, otobüse döndük. Sıcak otobüs.