22 Şubat 2009 Pazar

Sinema..


Naber? Geçen yazıda seçim meçim dedik sıkıldınız beğenmediniz tabii di mi. Neyse artık. Bugün Akademi Ödülleri'nin arifesinde, sinema konusuyla karşınızdayım. Hepimizin aşina olduğu bir konuyla.

Tabii hepimiz aşinayız da, Pazartesi ve Perşembe günleri aşinayız sadece. Bu iki kutsal günde, iflah olmaz sinemaseverlere dönüşüyor, sinema salonlarına kültür açlığıyla akın ediyoruz. Sinema salonlarının önünde elimizde telefon, "Olm Murat'ı arasana lan Murat'ın vardır şifresi.", "Alo Ceren şifreni alabilir miyim ya sinema... Hı tamam sorun değil." gibi diyaloglar yaşıyoruz. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden; Gnctrkcll sayesinde bu neşe katarına dahil oluyoruz.

Bu noktada sinema işletmecilerine sesleniyorum. Biletlerinizi neden Migros fişi gibi veriyorsunuz? Eski, güzel sinema biletlerimiz nerede? En son sinemaya gittiğimde sinema biletini umursamaz bir tavırla buruşturarak çöpe attım ve yer gösterici ablayla ufak çapta bir kriz yaşadım. Ben ve benim gibi mağdur olan mal sinemaseverler adına sesleniyorum, yapmayın.

Sinemaya girdik. Reklamlar. Ben bu kısmı çok seviyorum. "Abi yirmi dakika reklam izledik yeeeaaa." diyenleri de anlamıyorum. Eğlenceli bence. Ama ara sıra değiştirmek lazım bence. Mesela artık patenleriyle türlü engelleri aşarak bara gidip Miller birasını yudumlayan adamı görmekten çok sıkıldım. Ya da bidonlarla, anahtarlarla ahenk içinde müzik yapan birtakım insanların rol aldığı "Dolby Digital" reklamı. Biraz değişiklik. Lütfen.


Reklamlar bitti, fragmanlar başlamak üzere. Gelecek program. Fida Film. Ve Fida Film Müziği. Hepiniz biliyorsunuz. Ama bir de uzayın derinliklerinde ortaya çıkan bir "Özenfilm" yazısı var ki, bilmem rastlıyor musunuz. Ben sinemaya gittim gideli orada. Uzayda.

Fragmanlar da bildiğiniz gibi. Bir romantik komedi, bir aksiyon, bir animasyon kâfi. Sonra film başlıyor. Film aşamasına dair söyleyecek pek bir şey yok. Önümüzden falan adamlar geçiyor, perdede gölgelerini görüyoruz, sinirleniyoruz. Cep telefonu ışıkları görüyoruz. Arka koltukta yiyişiyorlar. Film bitince, ışıklar yanınca, jenerik akmaya başlıyor. Işık sorumlusu falan. Şimdi burada sinema ikiye ayrılıyor. Birincisi paltosunu alıp film hakkında konuşa konuşa çıkışa doğru ilerleyenler. Diğerleri de pürdikkat, müthiş bir ciddiyetle perdede akan binlerce ismi izleyenler. Soytarılıktan başka bir şey değil. Kimse kusura bakmasın. Hani yönetmeni merak edersin, ya da eşin dostun görevlidir filmde, bakarsın. Ama kimse bana "Işıkçıyı merak ediyorum ne var?" demesin a dostlar.

Çıktık. Bitti işte. Bu kadar. Sadece ortalama bir sinema aktivitesini betimlemeye çalışmaktı zaten amacım. Bir nebze olsun hoşunuza gittiyse, ne alâ. Ben gidiyorum. Esen kalın. Öpüyorum hepinizi.

s.

19 Şubat 2009 Perşembe

Seçim..


Bir buçuk ay kadar sonra yerel seçimler var malum. Aslında tam seçim zamanı yazmak lâzım gelir bunları ama benim canım şimdi yazmak istiyor. Bakarsın o zaman da yazarız. Nedir bu yerel seçimleri ben ve benim gibiler için özel kılan? Tabii ki oy verebilecek olmanın dayanılmaz heyecanı.

Hafızamı ne kadar zorlasam da, aklımda önemli yer etmiş ilk seçim; 3 Kasım 2002 genel seçimleri. Gerçekten çok renkli bir dönemdi. Çünkü Cem Uzan vardı. Star Tv'de bir şampiyonlar ligi maçının arasında beyaz gömleğiyle ortaya çıkmış, “İş adamı kimliğini bir kenara bırakıp siyasete atıldığını” söyleyerek milyonları sevince boğmuştu. Star sağolsun, o dönemde Cem Uzan'ın yaptığı hiçbir şeyi kaçırmadık. Gazetesiyle, televizyonuyla adeta seferber oldular biz hiçbir şeyi kaçırmayalım diye. Star gazetesinin manşetlerini her gün beş yüz puntoluk “Cem Uzan Çankırı'da on binleri coşturdu.”, “Durduramazsınız, Türkiye geliyor!” haykırışları süsledi. Gazetenin Pazar günleri Cem Uzan posteri verdiğini de düşünürsek; o dönemlerde Uzan kustuğumuzu herkes anlayacaktır. Ancak ne yazıktır ki “Bir şirketle Amerika'yı dolandırdı, başbakan olsa kim bilir neler yapacak ehe mehe.” sözleriyle girilen bu seçimde, Genç Parti barajı aşamadı. Genç Parti'nin 2007 seçimlerindeki stratejisinin de yine Şampiyonlar Ligi maçları esnasında alta “Mazot 1 Lira olacak.” şeklinde bir banner koymaktan ibaret olduğunu ise sanırım hepiniz hatırlarsınız. Neyse. En renkli siyasi karakter Cem Uzan olduğu için ondan bahsetmek istedim.

Yerel seçimlerin heyecanı daha bir başka. Kendi şehrinin belediye başkanını seçince insan, o konularda ahkâm kesmekten çok hoşlanıyor. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Yok efendim şimdiki başkan o araziyi birine “peşkeş çekmiş” de, kaldırım taşları sökülüp yeniden takılıyormuş da, bu işten birilerinin “rantı varmış” da. Bunlar sıkıcı konular. Hiçbir zaman yerel seçimleri çok sevemedim bu yüzden. Öyle heyecanlı mitingler yok falan. Tek bekleyiş “CHP İzmir adayını açıkladı.” falan haberleri. Olsun, bunun da eğlencesi başka.

Neyse efendim fazla uzatmamak lazım. Fazla eğlenceli bir konu gibi gözükmese de, benim açımdan seçim hoş bir şey. Televizyonlarda renkli renkli Türkiye haritaları, orada şu sandık açıldı, burada bu kadar oy sayıldı. Oyun gibi valla. Oturup izlerim her zaman. Sonunda bu seçimde oturup izlemenin dışında oy da kullanacağız. TRT yine her seçim öncesi olduğu gibi “Nasıl oy veririz?” temalı reklam filmini dayar yakında. Belki dayamıştır bile. “Yüksek Seçim Kurulu bildiri yayımladı.” haberleri de başladı mı, değmeyin keyfime. Gideyim de kim kime nereyi peşkeş çekmiş, hangi başkan adayı nerelerden rant sağlamış öğreneyim. Oy vereceğiz tabii. Esen kalın.

s.

14 Şubat 2009 Cumartesi

İtiraf..


Merhabalar efendim, nasılsınız? Beni soracak olursanız, pek iyi değilim. Çünkü yarın akşam tası tarağı toplayıp yeniden Ankara yollarına düşüyorum. Utanmasam oturup ağlayacağım. Neyse. Malum sıcak evimizin tadını çıkarıyorum bu son İzmir günlerinde. Dün gece de kanepede uzanmış internet keyfi yaşarken, birden gözüm yandaki televizyona takıldı. Atv açıktı. Televizyonda da salı gecelerinin vazgeçilmez eğlencesi "Özel Hat" vardı. Günlerden cuma olmasından ötürü, muhtemelen tekrarı yayımlanıyordu.

Buraya kadar her şey normal. Ancak bir de baktım ki programı genç bir kızcağız sunuyor. Aylardır televizyon açmamış olan ben, gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Çünkü "Özel Hat", Vatan Şaşmaz'la özdeşleşmiş bir program. O yapmacık yüz ifadesiyle yürüye yürüye sunmadıktan sonra, ne anlamı kaldı ki Özel Hat'ın? Neyse ki değişen tek şey buydu. Haberlerin içeriği bıraktığım gibiydi. Jenerikte ise "Çekinomçeysaaa!" diye çığıran ses hâlâ oradaydı.

Vallahi kimse kusura bakmasın. Eğri oturup doğru konuşalım. Benim çocukluğum "Özel Hat"la, "Televole"yle, "Pazar Keyfi"yle, "Paparazzi"yle geçti. Ben oturdum izledim, sizi bilmiyorum. Dün akşam da izledim. Deniz Seki'ye kırık gül gönderen Hüsnü Şenlendirici'nin vermek istediği mesaj üzerine düşündüm. "Recep İvedik 2"nin galasında ünlü konukların Cem Yılmaz'a "verip veriştirmesini" büyük bir ilgiyle takip ettim. Gülben Ergen'in, eşi Mustafa Erdoğan'a aldığı doğum günü hediyesinin ne olduğunu sürekli "Az sonra..." diyerek göstermeyen ATV yetkililerine darıldım. Yaptım bunları. Bu akşam rastlarsam, yine yaparım. Bunla yetinmem, "Özel Hat Extra", "Özel Hat Gala" gibi biri bitip diğeri başlayan türevlerini de izlerim. Zaten birbirlerinin aynısı. 

Eskiden Pazar Keyfi'ni de izlerdim. Bilen bilir, önceleri sarı saçlı bir kızımız sunardı bu programı. Sonra kendisi Hakan Uzan'la evlendi ve görevinden ayrıldı. Evet bunu da biliyorum. Tıpkı daha sonra Pazar Keyfi'ni her hafta başka bir ünlünün sunduğunu, Can Tanrıyar'ın her hafta sevgilisi Petek Dinçöz'ün haberlerini verdiğini bildiğim gibi. Televole? Melih Gümüşbıçak ve Lacoste® kazakları? Evet dostlarım, o zamanlarda da ekran başındaydım. O zamanlarda da "Cem Yılmaz kırdı geçirdi!", "Olmamış diyor, on üzerinden üç veriyoruz.", "Şarkıcı Teoman arabasına binerek hızla uzaklaştı." gibi İstanbul gecelerine dair haberleri büyük bir zevkle takip ediyordum. 
Yaptım bunları. Pişman değilim. Bu da böyle bir itiraf yazısı olsun. İyi geceler arkadaşlar, içeride arkadaşlarımızla eğlendik sadece başka bir şey yok, iyi çalışmalar diliyorum.

s.

10 Şubat 2009 Salı

Anı 8: Dayak..


Efendim bugün karşısınıza aklıma geldikçe hâlâ tüylerimi diken diken eden, kanımı donduran, sinirlerimi tepeme çıkaran bir anıyla çıkıyorum. Zaten yukarıdaki çizime bakarak tahmin edebilirsiniz bunu. Tıpkı bir önceki anıda olduğu gibi bu anımda da ortaokuldayım. Altıncı sınıf. Yaş 11. Suratımın sol tarafında gördüğünüz sıvı ise, tükürüktür. Evet. Elim ayağım titriyor bak. Neyse.

Ortaokul hayatımın teneffüs eğlencelerinden biri de "Yakalambaç" adı verilen güzide oyun idi. Oyunun mantığına göre iki gruba ayrılır, birbirimizi yakalamaya çalışır, yakaladıklarımızı yangın merdivenin altına tıkarak güya hapse atmış olurduk. Geri zekalı olduğumuzu söylemiştim bir önceki yazımda, hatırlarsınız. Neyse. Yine bu rutin oyunlarımızın birinde, ben takımım adına rüzgarın oğlu gibi koşuyor, rakipleri yakalamak için canımı dişime takıyordum. Karşı takımda şimdi ismini verip rencide etmek istemediğim bir arkadaşım da yer alıyordu. Hafif kısa boylu, şişmanca olan bu arkadaşı yakalamak pek de zor olmuyordu. Nitekim yakaladım da. Ancak kendisi birden deli danalar gibi çırpınmaya, "Bırak lan bırak!" gibisinden laflar etmeye başladı nedensizce. Oyunun kurallarını ihlal ediyor, kendisini tutup yakaladığım halde kaçmaya çalışıyordu. En sonunda "Bırak lan, piç!" diye haykırdı umarsızca ve ellerimden kurtuldu.

Ben olayın dumurunu henüz atlatabilmiş değildim. Piç mi? O anda Sezercik tadında bir "Piç değilim ben!" hezeyanı yaşadım sanırım. Teneffüs sona ermiş, sınıflar dağılmıştı. Hızlı adımlarla sınıfa gittim. İçeri daldım. Oradaydı. Kaloriferin üstünde hiçbir şey olmamışçasına oturuyor, yanındakilerle konuşuyordu. Bu umursamaz tavrı sanırım beni daha da kışkırttı. Yanına gittim. Kolundan tuttum. "Ne diyorsun lan?!" gibisinden bir şey söyledim. Suratıma baktı. Durdu. Suratıma tükürdü.

Buradan sonra film kopuyor.

Son derece mülayim bir insanım. Kolay kolay sinirlenmem. Fiziksel bir kavgaya asla girmem. Önceki yazdıklarımı takip edenler kendi halinde, uslu bir çocukluk geçirdiğimi zaten anlamışlardır. Ancak sağ yanağımda o sıvıyı hissedince, ben insanlıktan çıktım. Kendi halindeki o uslu çocuk gitti, "Mahallenin belalı çocuğu" tadında bir mahlukat çıktı ortaya. Olayın saliselik şokunu atlatır atlatmaz yukarıdaki şekle büründüm. Bütün gücümü sağ elime topladım. Dillere destan bir tokat patlattım suratında. Yere düştü. Kaldırdım. Bir daha vurdum. Düştü. Bir daha.

Tuvalete gidip yüzümü yıkadım. Herif yüzüme tükürdü yahu?! Döndüğümde ders başlamıştı. Yerime geçtim. O ise kıpkırmızı suratıyla hıçkırıyordu. Of. Sevgili okurlarım, yazarken bu anları bir kez daha yaşadım desem yeridir. Hâlâ aklıma geldikçe, gider yüzümü yıkarım. O derece iz bırakmıştır bende bu anı. Yok lan abarttım galiba. Ama sinirlenirim.

Kendisine yıllar sonra ilk kez televizyonda rastladım bu yaz. ÖSS programına telefonla bağlandı. "Hocam merhaba puanım şudur Tıp olur mu acaba?" diye sordu. Hoca da "Olur yavrum olur." dedi. Sonra öğrendim. Olmamış. Ahaha. Esen kalın!

s.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Pokémon..


Evet yine ben. Sıkıldınız mı? Tatilin gazıyla iki günde bir yazıp çiziyoruz ama dur bakalım. Bugünkü konumuz Pokémon. Benimle yaşıt hemcinslerimin ilgisini çekebilecek bir konu. Bizim çocukluğumuzda bize bunu verdiler, biz de aldık. Yapacak bir şey yok.

Pokémon'dan önceki gözdem Power Rangers idi. Power Rangers başladığı zaman transa geçmişçesine ekran başına koşar, yeri gelir aptal Power Rangers oyuncaklarına paralar dökerdim. Hatta bir keresinde Power Rangers başladığında evde misafir olmasından dolayı terör estirdiğimi, sonuç olarak da misafirleri evden yollayarak zaferimi kutladığımı da utanarak belirteyim. Sonra 2001 senesinde bu Pokémonlar ortaya çıktı. Beşinci sınıfta falan olsam gerek. Aynı heyecanı orada da yaşadım.

En az Power Rangers kadar gereksiz bir icat. Her gün okuldan gelip geri zekalı gibi ekran başına geçer, hayatımdan aylar çalmış Ash Ketchum'un Quiksilver şapkasını döndüre döndüre Pokémon avlamasını izlerdim. Tabii ki kadim dostları Brock ve Misty de onu yalnız bırakmazdı. Yeri gelir Roket Takımı ortaya çıkardı, Jessie ve James. Dünyayı yozlaşmaktan kurtarmak için. Onlar komikti bak.Sonra çizgi filmi yetmiyormuş gibi tasoları peydah oldu. İddia ediyorum; bu olay, doksan kuşağının hayatında bir devrim yaratmıştır. En çok cips yemiş kuşak, doksan kuşağıdır. Bir anda hepimizin ceplerini doldurdu bu şeyler. Haliyle benimkini de. Cebimizdeki paralar uçup gidiyor, yerine yağlı yağlı tasolar geliyordu. Yenilen cipsin haddi hesabı yoktu.

Çok geri zekalıydık. Yeri gelir dikey konumdaki bir tasoyu yatay konumda duran diğerlerinin üstüne fırlatarak ters döndürme esasına dayanan hepinizin bildiği oyunu oynar, yeri gelir tasolarımızı arkadaşlarımızınkilerle takas eder, yeri gelir işin bokunu çıkartıp arkadaşlarımızın tasolarını para karşılığı satın alırdık. Nereden mi biliyorum? Bu satırların yazarı olan bendeniz, fi tarihinde üzerinde Ash Ketchum resmi bulunan, vıcık vıcık yağlı küçük bir tasoya 400.000 Türk Lirasını nakit olarak hiç düşünmeden verdi de ondan. Çünkü Ash tasosu azdı, Ash tasosu bulunmuyordu, Ash tasosu değerliydi. Hele ki o zamanlar Misty, Brock gibi karakterlerin tasolarını ezkaza elinize geçirdiyseniz; geleceğinizi garanti altına aldınız denilebilirdi. Böyle de bir ekmek kapısı oldu körpe bebelere bu Pokémon. Okulumun önünde "Gyarados tasosu satıyorum bir milyona var mı alan evet?" diye gezen çocuğun görüntüsü hiçbir zaman gitmedi gözlerimin önünden.

Sonra filmi falan da geldi bunun ülkemize. Gittim tabii. Salonda yanımda oturan bir çocuk ve babası vardı. Çocuk ilk kez sinemaya gelmiş. Çok şaşırmış. Çünkü "sinema" denilen olayın koltuklarda oturan insanların önlerindeki normal boyutlarda bir televizyonu izlemesi şeklinde cereyan ettiğini düşünüyormuş. Filmden önce babası anlattı bana bunları. Ben de dinledim. Atlamak istemediğim, unutamadığım bir ayrıntıdır bu.

Ulan düşünüyorum da niye bu kadar sevdik biz bunları? Bir numarası da yoktu ki. Bir bölümde Pikachu evrim geçirip Raichu mu olacaktı neydi? Olmuyordu ama. "Bir Pikachu, Pikachu olarak kalmalı..." gibi son derece ciddi laflar ediyordu. Laf dediğim de "Pika pika." ha. Biz de büyük bir ciddiyetle izliyorduk Pikachu'luğun gerektirdikleriyle ilgili bu nutukları. Eskiden Pokédex -bilen bilir!- gibiydim, 150 Pokémon'un ecdadını bilirdim. Artık eski formum yok, unuttuk ne yazık ki. Raichu'yu bile yazmadan önce açtım baktım doğru muydu diye. Acıklı şeyler bunlar. Sonra çocuğun biri  balkondan atladı, Pokémon yasaklandı, yavaş yavaş çıkıp gitti hayatımızdan. Yerine "Digimon"lar, "Beyblade"ler falan geldi ama; hiçbiri aynı lezzeti vermedi. Yazımı bitirirken, fi tarihinde evimize misafir gelen, annemin arkadaşlarından birinin çocuğuna sesleniyorum. Pokémon tasolarımın bir kısmını sen çaldın, ikimiz de biliyoruz. Artık sen de, ben de büyüdük. Çocukluğun alemi yok. Lütfen getir onları bana. Evi biliyorsun. Hadi. Lütfen.

s.

3 Şubat 2009 Salı

Anı 7: Abiler..


Arayı soğutmuyorum ve kısa bir aradan sonra yine karşınıza çıkıyorum. Bu kez biraz tedirginim. Çünkü 18 yıllık kısa ömrümün utanç verici anlarından birini paylaşacağım sizlerle. Bahsedeceklerim 2003 yılı sonlarında, liselere giriş sınavına hazırlanan saf bir gencin başından geçiyor. Evet ben.

Efendim ortaokulda Orhan adında safça bir arkadaşa sahiptim. O da benim gibi iyi bir liseye girmek için mücadele eden azimli bir delikanlıydı. Bu zorlu maratonun başlarında, günlerden bir gün, sevinçle kapımı çaldı kendisi. Bana genç bir üniversite öğrencisiyle tanıştığından, kendisinin çok iyi niyetli bir insan olduğundan, kendisine "sevabına" ders verdiğinden, istersem benim de bu neşe katarına katılabileceğimden bahsetti. Bazılarınızın suratındaki pis sırıtmayı buradan bile görebiliyorum. Hikâyenin geri kalanını tahmin edenleriniz vardır elbet.

O zamanlar hafif aklı kıt olan bendeniz, bu teklifi büyük bir coşkuyla karşılıyor; bu güzel ders seanslarına katılmaktan büyük bir kıvanç duyacağımı söylüyorum Orhan'a. Anlaşılıyor, sözleşiliyor; belirlenen günde ben de gidiyorum Orhan'la bu parlak gencin evine. Adı Haluk. İsmini hatırlayamadığım bir yerde kimya okuyor sanırım. Uzun boylu, ince, zarif bu genç bizi büyük bir kibarlıkla karşılıyor, kendini tanıtıyor, derse geçiyoruz; matematik. Ders sonrası bizimle oturup muhabbet etmeye başlıyor. Dersleri sadece iyilik yapmak adına verdiğinden, bu dünyada yapılan iyiliklerin ne kadar önemli olduğundan dem vuruyor. Biz de iki geri zekalı pürdikkat Haluk abimizin bu felsefi söylemlerini dinliyoruz. Bu arada evi de inceleme fırsatı buluyorum. Birtakım "abiler" giriyor çıkıyor, raflarda "İnancın Gölgesinde" olsun "Sonsuz Nur" olsun pek çok ilim kitabı dizili duruyor. 

Eve geliyorum, anneme anlatıyorum, onların iyi insanlar olduklarını söylüyorum. Annemin şüphelendiği her halinden belli. Ben ise malım. 3-4 kere daha gidiyoruz derse. Hatta hiç unutmam, bir tanesine sabahın altısında falan gidiyoruz iki mal olarak, kahvaltı falan ediyoruz orada. Haluk abi bize yeri geliyor ders anlatıyor, yeri geliyor güzel nutuklar atıyor. Dördüncü dersimizde falan Haluk abimiz bir anda bize namaz kılacağını söylüyor. Bununla kalmıyor, bizi de bu kutsal ibadete katılmaya davet ediyor. Şaşırıyorum. Bir şey demiyorum. Gidiyorum. Namaz?! Dua?! İbadet?! Bunlar maalesef oldukça uzak olduğum kavramlar. 

Haluk abimiz namaz kılıyor. Bu arada yanımdaki arkadaşım Orhan katıla katıla gülmeye başlıyor sebepsiz yere. Onu görüyorum, iyice sinirlerim bozuluyor, ben de gülmeye başlıyorum. Namazın son rekâtına gelindiğinde biz iki geri zekalı arkada gülmekten gözlerimizden yaşlar akıtıyoruz, Haluk abimiz ise bozuntuya vermeden namazını sürdürüyor. Arkadaş kutsal değerlere saygım var, sanmayın ki bunlarla dalga geçen bir insanım, ama o anda nedensizce kahkahalara boğulduk. 

Namaz bitti, evimize gittik. Haluk abimiz bir daha bizi hiç aramadı. O eve bir daha gidemedik. Haluk'u ve evdeki diğer abilerimizi bir daha göremedik. Olanların farkına sonradan vardık. En azından ben vardım, Orhan arkadaşımı bilemiyorum. Ulan o değil de; Haluk maluk diye atıp tutuyoruz burada, görmesin herif bunları şimdi? Cemaati çekmeyelim üzerimize. Bitireyim ben bunu burada. Tövbeler olsun.

s.

1 Şubat 2009 Pazar

Şehirlerarası..


Merhabalar dostlarım, yaklaşık iki ay sonra sıcak evimden bildirmenin mutluluğuyla selamlıyorum sizleri. Gurbet ellerde kalmanın getirdiği sonuçlardan birinden, şehirlerarası otobüs yolculuklarından bahsedeceğim bugün sizlere. Bir nevi "Terminal.."in tamamlayıcısı olacak bu yazı. Kâh gülecek, kâh hüzünleneceğiz. Ehm. Her neyse başlayalım artık.

Otobüs yolculuklarından pek hazzetmiyorum, treni her zaman yeğlerim. Ama vakit probleminden ötürü pek çok kez otobüse binmek lazım geliyor maalesef. Sanırım binlerce otobüs firması var. Hani Hepimizin bildiği Varan'ları KâmilKoç'ları falan geçtim; atıyorum sırf Yozgat'ta bile "Yozgat Turizm", "Öz Yozgat Turizm", "Öz Hakiki Yozgat Turizm" gibi tonla firma oluyor. Hepsinin logoları da aynı. Nasıl anlatsam. Kalın ve italik puntolarla, hızla hareket ediyormuş gibi harfler. Yanında da saçma sapan bir şekil. Yok anlatamadım, bak çizdim aşağı.

Yolculuktan önce sinirli muavin bavulları bagaja yüklüyor. Çok stres bir durum. Bağırıyorlar. "Şey bir de şu bavul var ona da bagaj fişi alayım ehe mehe." demeye kalkıyorsun, terler içinde "TAMAM ABİCİM EVET GÖRDÜM KOYUCAM. EVET TAMAM. HRGRGH." şeklinde tepkiler geliyor. Bu zorlu aşamadan sonra otobüse biniyoruz. Perdelere bakma, ön koltuğun arkasındaki yiyecek koymak için düzenlenmiş paneli indirip kaldırma gibi mânâsız hareketlerin ardından motor çalışıyor ve muavin arkadaşımız eline mikrofonu alıyor. Şimdi buradan otobüs firmalarının yetkililerine sesleniyorum. Bu muavin arkadaşlara çok komplike cümleler söyletmeye çalışıyorsunuz, olmuyor, beceremiyorlar. "Ssayn yolcularms. Yaklaşk doks saat sürecek yolculuğms başlamştr. Yolcluk esnasında cep telefonlarnın açk bıraklmaması fren sistemini bozduğndan. Ee. İyi yolculuklar dilers." şeklinde kestirip atıyorlar. Bunlara gerek yok, lütfen.

Evet şimdi içimiz kıpır kıpır. Çünkü ikram vakti geldi. Öncelikle gelen su teklifini kesinlikle reddetmiyor, kana kana içiyoruz. Ardından kek, nescafe ve kolonyalı mendil dolu arabasıyla muavin yaklaşıyor. Muavin yaklaştıkça bende bir gerilim oluşuyor. Müzik dinliyorsam kulaklığımı çıkarıyorum, gözümü muavinden ayıramıyorum. Sanki kekler kaçacak, aç kalacağım gibi. Sıranın gelmesiyle gerilim bitiyor, "Paykek", "Taykek" gibi saçma sapan kekleri portakallı ördek yercesine iştahla tüketiyoruz. "Bedava"nın karşı konulmaz lezzeti.

Artık yolculuğa tam manasıyla konsantre olduk diyebiliriz. Koltuğu arkaya yatırabiliriz. Gece yolculuğuysa güzel. "Hıneeeağağğğee." diye anıran bebeklerin, kükrercesine horlayan teyzelerin olmadığı bir ortamdaysak; uyuma şansımız biraz olsun var. Ama gündüz yolculuğu? Hele bir de benim gibi otobüste bir şey okuyamayan insanlardansanız, tam anlamıyla bir işkence. Bir yanda siz, bir yanda sapsarı otlar, ayçiçekleri, parlayan güneş, bol uydu antenli gizemli villalar, atlar, inekler... Sanıyorum ülkemizin dörtte üçü sarı otlardan oluşuyor. Sizin için her otobüs yolculuğunun kaçınılmaz pencere görüntüsünü yukarıda resmetmeye çalıştım, umarım hoşunuza gider.

Molalar? Gece yolculuğundaysanız bu bir dezavantaj kanımca. Çünkü gecenin üç buçuğunda biraz uykuya dalmışken bir anda otobüsün yavaşlaması, ışıkların yanması, muavinin yeniden mikrofonu kaparak "Ssayn yolcularms Afyon dinlenme tesslernde yarm saat mola vereceğis, değerli eşyalarnz güvenlik açısından bırakmaynss. Ee. İyi yolculuklar." diye acı acı çığırması bence hiç hoş değil. Yine de gece de olsa gündüz de olsa otobüsten iniyor, dinlenme tesislerinin büyüleyici atmosferine kaptırıyoruz kendimizi. Cevizli sucuklar, pişmaniyeler, kancalı oyuncak aletleri, masaj koltukları... Tam anlamıyla bir lunapark burası. Hemen tuvalete gidiyoruz, yüzümüzü yıkıyoruz. 4-5 saat yol gidenlerde bile bu tribi hep görüyorum. Kendinden geçercesine yüz yıkamak, derin derin nefes almak. Ne oluyor lan, sanırsın çölde vaha bulduk. Neyse. Buranın bir diğer değişmez geleneği ise markete dalarak "Halley" gibi birtakım gereksiz abur cuburlar satın almak. Bir de devamlı anons yapan ve hiçbir dediği anlaşılmayan o kadına da değinmeden geçemeyeceğim. Her zaman orada. "Saat 23.00 yolcuları ainihinighiniihni." diye sesler çıkarıyor, anlam veremiyorum. Bitti mola, otobüse döndük. Sıcak otobüs.

Gece yolculuğunda en uyunulası saatler burada başlıyor. Uyuyor gibi oluyoruz, uyanıyoruz, hava gri olmuş, çevrede şehir dışındaki çok katlı apartmanlar. Sonunda varıyoruz. Muavin son kez sahne alarak bize teşekkürlerini bildiriyor ya da bildiremiyor akıcı konuşma yeteneğine bağlı olarak. Buz gibi havada iniyoruz, bavul taşıyoruz, çileli saatler... 

Bu kadar. Uzun oldu be. Şimdi ben bunun çizimlerini yapacağım, daha hiçbir şey bitmiş değil. Kafamda bir şey daha var ama. Çok utanç verici bir anı. Yakında o da gelecek. Pek yakında. Esen kalın.

s.