23 Kasım 2008 Pazar

Ankara..


Uzuun bir aradan sonra yine birlikteyiz. Bu akşam huzurlu uyumak adına, an itibarıyla saat 02.54'te bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Saçma sapan yazım yanlışları, anlatım bozuklukları falan yapabilirim kusura bakmayın artık. Evet, çok fazla ihmal ettim burayı. Özür diliyorum konuya girmeden önce. Aralık ayıyla beraber daha bir şenlenecek buralar, daha hoş olacak. Söz.

Neyse. Bilen bilir, İzmir'den Ankara'ya okumaya gelmiş bulunuyorum. İlk zamanlar -blogdan da takip edilebileceği gibi- kafamda çok fazla önyargı ve soru işareti vardı. O zamanın gazıyla yazdık bir şeyler güzide başkentimiz hakkında, sövdük durduk; ama artık objektif bir Ankara yazısı yazabilecek kıvama geldim diye düşünüyorum.

Efendim gelmeden evvel Ankara'yı gözümde adeta cehennemin yer yüzündeki yansıması olarak hayal ettim mânâsız bir şekilde. O sıralarda evde oturup "Lan nasıl olacak lan, yurtta nasıl yaşarım lan ben, hiç kimse olmayacak lan, ölürüm lan, yapamam lan, anne?!" şeklinde geri zekâlı düşüncelerle beynimi yememin etkisi de büyük tabii bunun üzerinde. ODTÜ'de yaşıyor olmanın da rahatlığıyla şimdi diyebiliyorum ki, o kadar korkunç bir tablo yok görünürde.

Öncelikle gezip tozacak yerlerden bahsedelim. Mâlum kanı kaynayan genç bireyleriz. Dışarı çıkmak istiyoruz. Ankara da bize Kızılay, Tunalı, Bahçelievler -ya da "Bahçeli"- gibi seçenekler sunuyor. Bahçeli adlı yerle alâkam yok. Amerikan çakması "Yedinci Cadde", "Yirmi dördüncü Cadde" gibi yerler var burada bildiğim kadarıyla. Tunalı da öylesine bir yer işte. Birkaç katlı D&R'ı dışında beni etkileyen herhangi bir yanı yok. Kızılay daha bir sıcak, daha bir gidilesi geldi bu yüzden bana bugüne kadar. Bilindiği üzere burada kafeler barlar bir iş hanı tadında işletiliyor. Beş katlı apartmanın en üst dairesinde biranızı yudumlarken, yaban ellerdeki "ev" hasretinizi gideriyorsunuz bir nebze olsun. Fazla bir beklentiye girmemek lâzım Ankara'da gezeceksek. 

Ulaşım? Burada dolmuş sektörü oldukça gelişmiş. Biraz fazla gelişmiş. Keşke gelişmeseymiş. EGO otobüsleri, Halk otobüsleri gibi seçenekler de var ancak ben genelde geri zekalı EGO kartlarından almak istemediğimden dolmuşları tercih ediyorum. Bu dolmuşlar dönüp dolaşıp Güvenpark adlı güzide mekânda toplanıyorlar. Orası dolmuşların mabedi. Dolmuş şöförlerinin, yüz metrelik kuyruklar oluşturmuş yolcuların, masmavi dolmuşların yaptıkları şölene ev sahipliği eden kutsal bir tapınak. Dolmuş ücretleri bir hayli tuzlu. Ancak buradan rezil bir şekilde itiraf ediyorum ki; genelde dolmuşlara ayakta biniyor, hiç bozuntuya vermeden ücretsiz bir şekilde yolculuğumu sürdürüyorum, dolmuşçu kardeşlerimin de burayı okumamalarını temenni ediyorum. Bir de metro var burada tabii. Aslında bir metro var, bir de "Ankaray" diye bir şey. Valla bilmiyorum nedir bunlar, ne farkları var, atıp tutmaya gerek yok. Ama şöyle bir güzellik var ki, yeraltında resmen başka bir hayat var. Bir metro girişine dalıp aşağıda pek çok mağazanın arasından geçerek bir başka yere çıkabiliyoruz. Herhalde İzmir'de göremeyip de burada bulduğum yegane güzellik bu.

Hava soğuk burada bir de. Üşüyorum. Alışkın değilim ben böyle şeylere. Yakında bir kar yağsa da bir kartopu oynamadan, kardanadam yapmadan göçüp gitmesek bu diyarlardan. Of neyse lan. Saate bakıyorum. 03.30. Yazıyı da doğru dürüst bir yere bağlayamadık galiba. Neyse. Yarın sabah erken kalkıp çamaşır yıkamak gibi planlarım vardı, anlaşılan bir başka bahara kaldılar. Yurt hayatı işte. Evet yurt hayatı. Ondan da bir sonraki yazımızda bahsederiz efendim. Öpüyorum.

s.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kış..

8 Kasım 2008 Cumartesi

Terminal..


Efendim evden uzakta kalmaya fazla alışkın bir insan değilim. Bir aylık Ankara deneyiminin ardından bu satırları İzmir'den yazmak mutluluk verici tabii. Bu gidişler gelişler de insanın hayatına otobüs, otogar, peron gibi birtakım kavramları sokuyor haliyle.

Yurdumuzun kültürel zenginliğini gözler önüne seren en bariz örneklerden biri otogarlar sanıyorum. Uğultu halinde bir insan seli. Bir de ben sanırım ki bu otogarların en meşhur olanlarından, AŞTİ'den geçiyorum; daha da etkiliyor insanı. Oldukça büyük AŞTİ, olay otobüse binip gitmekten geçmiş artık; bir hayat var orda. Dükkanlarıyla, lokantalarıyla, berberleriyle, internet kafeleriyle, mescidiyle canlı bir "şey" olmuş orada. Aralarında "Hangimizin tostu daha iğrenç?" yarışması yaptıklarını tahmin ettiğim bir kafeterya zinciri var mesela; bir numaralı kafeterya, iki numaralı kafeterya diye giden. Her otogarda rastladığım "7 bohaça 50 kuruş" gibi çılgın kampanyalar yapan, muhteşem seyyar simitçiler de her köşeye konuşlanmış. Metrekareye bin tane cep telefonu sığdıran "Bilmem ne İletişim" adlı küçücük dükkanlardan bol bol mevcut. Otogarda takım elbise, gelinlik gibi fantastik ürünler satan dükkanlar da yok değil. En çok dikkat çekenler ise kesinlikle, bir lirayla çalışan, gereksizlikte sınır tanımayan aletler. Masaj aleti, kanca, şarj ünitesi, boy-kilo ölçer... "Üç boyutlu dünya turu" bile yapabiliyorsun bir liraya, o derece.

Taksiciler var bir de. Bunlar da "Nasıl daha şerefsiz olabiliriz?" üzerine çalışmalar yapan insanlar. "Taksiye dört yabancı insan alıp dördünden de ayrı ayrı ücret alma" gibi denemeleri var bu yönde. Binmemek lâzım.


İşin otobüs kısmı var tabii bir de. Asıl amaç. Yüz bin tane otobüs firması var burada. Bazıları artık bilet satmak uğruna delirmiş vaziyette. "Abi Trabzon'a mı abi, Trabzon'a gitsene abi.", "Adana abi di mi gel hemen." diye yanınıza yaklaşan takım elbiseli insanlardan ustaca sıyrılmak gerekiyor otobüse ulaşan yolda.

Sonuç olarak; "Köylü kurnazlığı"nı iliklerinize kadar hissedebileceğiniz, buram buram Anadolu'yu yaşayacağınız bir yer AŞTİ. Gidin görün diyemeyeceğim. Hiç gerek yok oturun evinizde. Yazımı yalnızca AŞTİ'yi bilenlerin anlayabileceği bir şekilde bitiriyorum izninizle: "Hareket saati geçmesine rağmen peronlarda bekleyen otobüs kaptanları! Gidin artık!"

s.

5 Kasım 2008 Çarşamba

1 Kasım 2008 Cumartesi

Anı 4: Zeybek..


Sene bin dokuz yüz bilmem kaç. İlkokuldayız. İkinci sınıf ya da üçüncü sınıf. Önceki anılarımdan çocukluğumu takip eden okurlar varsa, ne kadar sulugözlü pis bir çocuk olduğumu anlamışlardır. Bu anımda da ne yazık ki yine gözyaşlarıma hakim olamıyorum.

Efendim sınıfça ulusal bayramlarımızdan şimdi hatırlayamadığım bir tanesinde, bir halk oyunu gösterisi yapmaya karar vermişiz. Bir tane adam tutulmuş bize ders verecek. Çalışıyoruz. Kimin ne yapacağı konuşuluyor. Verilen karara göre, sınıf otuz kişiyse, yirmi dokuzunun bir çember oluşturup aynı hareketleri yapması; bir kişininse çemberin ortasında tek başına doğaçlama hareketler yapması uygun görülüyor. Bu anıyı da ilgi çekici hale getiren şey, o bir kişinin bendeniz olması. Ulan anlamıyorum; sanırsın halk oyunlarında isim yapmış, "Efelerin efesi" tadında bir insanım. Hangi akla hizmet beni seçersin koyarsın oraya. Neyse.

Provalarda sınıf olarak son derece şeniz. Ben ortada birbirinden kıvrak fiigürler sergiliyorum. Kalpağımı havalara fırlatıyorum, dizlerimi öyle vuruyorum, öyle inletiyorum ki yerleri; bütün şehir gözünü dikmiş bu muhteşem gösteriyi izliyor sanki. Her şey güzel.

Sonra bayram geliyor çatıyor. Okulun bahçesindeyiz. Hocalar, veliler çevremizde. Herkes nefesini tutmuş gösterimizi bekliyor sabırsızlıkla. Ve başlıyor gösteri. Yirmi dokuz kişi dönüyor, dans ediyor; ben duruyorum. Bütün herkes gözünü dikmiş bakıyor; ben duruyorum. Öğretmenim bana kaş göz ediyor, "Hadisene oğlum?!" diyor; ben duruyorum. Nedir bu çile yarabbi. Her geçen saniye ömrümden bir ömür götürüyor. Yapamıyorum. Kaskatı kesiliyorum. Gözyaşlarıma hakim olamayıp çevremi sarmış o etten duvarı yarıp koşuyorum okulun dışına gidiyorum. Annem geliyor peşimden, "Dursana oğlum!?" diyor. Durmuyorum. Bu ne rezalet. Bu nasıl bir utanç.

İşte böyle. Aynı gösteriyi iki hafta sonra bir otelde yapıyoruz, kapalı bir salonda. Bu kez coşuyorum. Provalardaki gibi hayran bırakıyorum insanları kendime. Açık hava mı çarpıyor acaba beni. Bilmiyorum.

s.